logo
Zeynep Merdan: Ruh müzesi

Zeynep Merdan: Ruh müzesi

“Zaman zaman kendimi bir müze bekçisi olarak görüyorum. Kimsenin gezmediği, kendime sakladığım boş bir müzenin bekçisi.”

Haruki Murakami

 

Ruh, gösterilebilir mi? Soyutu görmenin mümkünlüğü, göstermenin imkânları var mıdır? Bazı vasıtalar, bize o şeyin kendisini olmasa da kendisine dair olanları gösteremez mi? Şeyler, kelimeler ve kavramlar o vasıtanın araçlarına dönüşür, soyutu göstermenin yollarını aralar. Ruhun kendisi olmasa da tezahürleri gösterilebilir bu yüzden.

 

Seyrin Seyri

Güzeli mümkün ve var kılan, güzeli güzel yapan seyir değil midir? Seyri çoğaltınca seyrin hazzını da çoğaltıyor insan. Verilen hediyenin muhataptaki mutluluğunu gizlice seyretmek, hediye vermekten daha büyük hediyedir bazen. İnsanın kendi varlığına hediyesi. Seyri en güzel maşuklar etmez mi? Ederler de “varlığına bile isteye seyirci kalırken, seyrini sessiz edebilemeyen, kıpırtı çıkaran, kalbin sesi bu” deyip kalplerinin seslerini çıkarıverirler. Ondan başka her şeye kayıtsız, ona ise bile isteye seyirci kalışın adı mıdır âşığın seyri yoksa? Belli ki o aşıklardan birinin dilinden çıkmış “bir manzara olduğundan habersiz duruşun” seyrin en güzel hallerinden bu yüzden.

 

Gözler, güzellikler kadar acı ve kötülüğe şahit olur bazen. Cinayet anları, terör saldırıları, şiddet görüntüleri… Gözlerimiz, bu Gösteri Çağındaki kadar kötülüklere seyirci kalmamıştı. Gözlerimiz hiç bu denli kirlenmemişti. Yardımın eli vardır, seyrin gözü. İyiye, güzele uzanır el; dokunmak ister. Acıya, yoksulluğa ise seyirci kalır göz. Acı, dokunulmamış kalandır bu yüzden hep. İnsan, başkalarının acılarına ne kadar da seyirci.

 

Uzaklığı seyretmek ve uzaktan seyretmek ne kadar farklı. Belki de uzaklığı ve uzaklaşmayı seyir, tersine yolculukla mümkündür. Ters istikamette yolculuğu kimse sevmez ama tersine gidiş, insanı geride bırakışa ve bırakılanlara seyirci kılıyor. Bir de masumun hüzün veren seyri vardır. Masumun seyri, henüz açmış bir çiçeğin tazeliğine benzer. Ardından o tazeliğin bitimsiz olmadığını, sonsuza dek sürmeyeceğini fısıldar bilge Zaman. Solacak olanı bilmenin hüznüdür bu.

 

 

Seyrin Mağlubiyeti ya da Seyrin İhtişamı

Hepimiz kendimizden başka herkesin figüran olduğu bir yazgıda başrol değil miyiz? O halde neden kendi hayatımızın öznesi olmak yerine başkalarının nesnesi olmakta ve başkalarının hayatlarına seyirci kalmakta ısrar ediyoruz? Keşiften uzak bir izlemeyle başkalarının hayatlarına ve gündemine hiç bu kadar insan böylesine seyirci olmamıştı. Bu tefrit seyri, ifrat gösterisinde yaşayanlar da var. “Beni, sahip olduklarımı, seçimlerimi, ilişkilerimi, hayatımı seyredin!” teşhiriyle kendini fenomen ilan eden, yaşamı gösteriye dönüşmüş, varlığını bir marka gibi yaşayanlar. Herkes kendi benini ötekileri seyirci kılarak sahneye çıkarmak derdinde. Seyirci koltukları boş, sahnede ise korkunç bir izdiham var. Okumayı değil yazmayı, seyretmeyi değil göstermeyi, dinlemeyi değil konuşmayı, anlatmayı değil tartışmayı, sorgulamayı değil suçlamayı, anlamayı değil had bildirmeyi seviyoruz. Bu berbat gürültü bu yüzden.

 

Bakışın bin bir hali var: Seyretmek, gözlemek, gözetlemek, izlemek… Seyirlenenler için değil, izleyenler için seyirci ifadesi kullanılmalı belki de. Seyirci ifadesi edilgen bir seyirci kalışı anımsatıyor. Oysa gerçek bir seyir, pasif bir izlemek değil, gerçek bir keşif halidir. Kendi gündemini yaratıp izleyiciden sıyrılıp keşfeden ve seyreden seviyesine ulaşmak, dünyayı kendi küçük eksenimizde döndürmek fikrine indirgenmemeli.

 

Gizlenmek Teşhiri

Bakmak daha cüretkâr teşhir etmekten, öyle değil mi? Gözleri mi, görüneni mi, göstereni mi, gösterileni mi, hangisi kapatmalı? Gizlenmeyi değil, görünmemeyi değil, göstermemeyi seçmek. En sağlıklı görüntü vermek bu ayrımda saklı. Görünen gerçeğin gerçekliği tatmin etmiyor. Freud sürçmeleri, alt metinler, metaforlara saklananlar aşırı yorum riskini beraberinde getirse de görünenden ve göstergelerden daha gerçek değil midir?

 

İnsanın en çok sakladığı ya da göstermek istediği şeydedir kendi mahremi. Kiminin teni, kiminin kalbi, kiminin ruhudur mahrem. Gizlenmek, ters bir teşhir sadece. Göstermek neyi olursa olsun bir imajı ve reklamı getiriyor beraberinde, ruhu incitiyor. Görünmekse gözün hakkı, gösterme hevesi taşımadan, görünmeli ve görmeliyiz. Bu idrakteki güzelliğin adı: Gösterme kastı taşımadan görüneni gizlemek güzelliği. Görünen, gösterilen, gözüken "olan" değildir. Olanı; olan olarak, olan kadar göstermeyip "daha iyi" göstermek özü tahrip eder. Öz, "daha iyi" göstermeyi bilmez çünkü.

 

Ruh Müzesi

Latincesi “museum” olan müze kelimesi “Musa’ların Tapınağı” anlamına gelir. Müze, Musa’nın ruhundan kalan şeydir. Aşkının ve masumiyetinin müzesini yapmış bir roman kahramanına belki de bu yüzden söyletiyordu Orhan Pamuk: "Gerçek müzeler, zamanın mekâna dönüştüğü yerlerdir." Bazen bir yere götürürsünüz varlığınızı da orada görmediğiniz şeylerin tesirini hissedersiniz. Yahut sevdiğiniz birinin bir zaman yaşadığı, vakit geçirdiği bir yere gider ondan kalan bir şeyler bulmayı ümit edersiniz. Saklanmazsa kaybolacak güzelliklerin yitip gitmesine dayanamayan, o güzellikleri görebilen gözlere göstermek isteyen ve bununla hazların en büyüğünü duyanların hatırına o ruhu ve tesirini saklamak istersiniz. İşte o ruhun hatırına, tesir edenler temas edilenlere dönüşsün diye inşa edilen yerin adıdır Ruh Müzesi.

 

Yazı, yalnız onu okuyana aşikâr olan bir mektup mudur? Soylu bir gönüllülükle yaptığımız ruhumuzun ifşası mıdır? Bazen unutulmayı, yok olmayı, hiç olmayı deli gibi istese de bu oyundan başka bir şey olmayan dünyadan dahi sessiz sedasız gitmek istemeyenlerin soylu avuntusu mudur ya da?  Foucault, Güzel Tehlike'de "Yazmak, esasen başta göremediğim bir şeyi sonunda bulmamı sağlayan bir işe girişmektir" diyor. Güzergâhsız bir yürüyüş gibi…

 

Yaşarken heykeli dikilenler, adı paralara basılanlar yahut meşhur olmak için dünyanın yedi harikasından biri olan Efes Tapınağı’nı yakmaktan başka bir şey bulamayan Herostratos gibi adını tarihe yazdıranlar... Yazı; insanın tarihin altın sayfalarına sonsuzluk hevesiyle attığı ömürsüz bir çentik, bir sonsuzluk hatıratı değil midir? Yazı, bazen bir güzergâh bazen de bir kalıntı bırakmak içindir. Marcel Proust, “yaralı kalplerin gururlu hazinesidir hatıra” diyordu. Yazı da ruhumuzun en değerli yadigârı değil midir? Ve bunun içindir ki Ruh Müzesi, ruhun o yadigârlarının gösterildiği yerdir.

 

 

 

Zeynep Merdan