Zeynep Merdan, Sosyal Medya Edebiyatı
“Şehrin
insanı / Kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin / Şehrin insanı / Pahalı
zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin” diyordu İsmet Özel şehrin
insanı için. Peki ya sosyal medya insanı? Şipşak bağların, hızlı ve kısacık
flörtlerin, kısa vadeli networklerin insanı. Kaypak tebriklerin, gizli
düşmanlıkların, kibarı yok sayışların, plastik çiçekli alakaların insanı. Evet,
sosyal medya muhitlerinden, edebiyatından ve insanından bahis açmak için
şartlar müsait.
Her sosyal medya
uygulaması kendi prototipini yarattı. Ve kendi kitlesini, jenerasyonunu,
gençliğini, hatta edebiyatını. Ve bu noktada sosyal medya uygulamalarını, her
birinin karakteristiğini ve ürettiği kullanıcı modelini iyi analiz etmek gerekiyor.
Instagram kullanıcısı ile X kullanıcısı arasında ciddi farklar var mesela.
“Selfie” her şeyiyle Instagram insanını özetliyor. Her şeyi kendileriyle ilgili
zannediyorlar. Egosantrik, konformist, gösterişçi, maddiyatçı ve gördükleri
şeye ilk önce görsel odaklı bakıyorlar diğer sosyal medya kullanıcılarına nazaran.
Uzun metinleri okumuyor ve okusalar da derin mevzuları kavrayamıyorlar. X
kullanıcıları ise ciddi derecede gündemle ilgili. Çünkü X; küresel gündem,
kışkırtıcı bilgi, vahşi zekâ, kaos, çatışmayla dolu. X kullanıcıları daha
kavgacı, daha sivri dilli ama daha entelektüel ve kaostan besleniyorlar çoğu
zaman. Görsele değil, metnin özüne takılıyor ve en ince kelime oyunlarını bile
çok daha iyi kavrıyorlar. Espri ve ironi becerileri ciddi derecede yüksek. Instagram
kullanıcıları gibi görselci değil, cümleciler. Bu anlamda X sert, toksik ama
çok daha gerçek bir yer.
Sosyal medya şöhreti ve
telaşlı itibarsızlaştırmalar
Kısa vadeli, hızlıca
yükseltip hızlıca yerin dibine düşürebilen bir şöhret stili var sanat
platformlarında. Ve sosyal medya şöhreti, o şöhretin bir bedeli ve her popüler
hesabı etkileşim dilencisiymiş gibi hazımsızca itibarsızlaştırma tavrı var. Ama
başarıyı art niyetli ve çarçabuk bir şekilde itibarsızlaştırmak öyle kolay
değil. Ucuz, kolaycı ve niteliksiz popülerlik gibi altı sağlam doldurulmuş
nitelikli popülerlik de var. Yaşadığı dönemde popüler olduğu için bulunduğu
çağa ve zamana değer katan, fikirleri ve eserleriyle içinde yer aldığı yüzyılı
ve insanlarını harekete geçiren yazarlar, düşünürler var. Popülerliği bir nihai
bir amaç değil, sonuç olarak yaşayanlar da var. Kaldı ki popüler olma isteği de
kötü bir şey değil. Her yazar olabildiğince çok okuruna hitap etmek ister, önemli
olan o popülerliği nasıl elde ettiğinizdir.
Çoğu insanın yazmaya
cesaret edemediği şeyleri, risk alma cesareti göstererek yazan birileri var.
Kaldı ki popülerliğin de bir bedeli var. Evet yalan haberle, sansasyonel
içeriklerle, hamasetle, ucuz ve tarafgir bir ideolojik bir nefretle sığ
popülizm yapanlar var. Ama çoğu insanın yazmaya cesaret edemediği şeyleri, risk
alma cesareti göstererek yazanlar da var. O bedeli göze alanlar popüler oluyor.
Birileri etliye sütlüye karışmadan, tehlikesiz sularda, konforlu ve kısıtlı bir
alanda var olurken birileri milyonlarca insanın tepkisini, nefretini,
hakaretini göze alıyor. Yani hiçbir şey göründüğü, indirgendiği ve
itibarsızlaştırıldığı gibi değil. Çünkü sosyal medya, popülerliğin yanında lince
uğrama riski de veriyor. Yani popülerliği göze alanlar, aynı zamanda linç
edilmeyi de göze alanlar. Ve bunu göze alanların çoğu, linç zamanlarında en
yakınlarından bile destek görmüyor. Vaziyet buyken hiçbir riske girmeyenlerden,
meydana çıkamayanlardan popülerlik yergisi dinlemek gülünç oluyor.
Kolektif tesir ve
özgünlük endişesi
Sosyal medyada bir şekilde
görünen her yazar için en estetik tehlike; fırsatçı taklitçilik ve özgünlük
endişesi meselesi. Mesela “yürüyen” tweetlerin hepsi birbirine benziyor artık.
Onlarca hesap birbirinin benzeri, birbirinin taklidi tweetler atıyor. Kullanıcı
adını kapatınca bir tweeti kimin yazdığını anlamak çok zor artık. Çünkü X,
kolektif tesir yarattı. Yürüyen tweetlerin bir formülü, hatta hilesi var. Çünkü
cümle, taklit edilir bir şey. Yürüyen tweetlerin jargonu ve şablonuna bakarak
benzerlerini, taklitlerini üretebilir; çok doğru, bilgece, zekice, artistik
cümleler kurabilirsiniz. Bu, sosyal medyada olduğu gibi edebiyat mahfillerinde
de böyle. Birbirinin muadili sayısız öykü, deneme ve şiir var. Bu tip
yöntemlerle kısa zamanda hızlıca yükselen bir şöhret devşiren ve böylece yolunu
bulan çok örnek var. Evet, altı boş olduğu için bir istikrarı ve kısa vadeli
rantlar dışında bir kazançları olmuyor ama böyle bir gerçek var. Besim
Dellaloğlu’nun edebiyat kanonu üzerine söyledikleri bu bahiste mühim, çünkü
aslolan klasik olabilmek, kanona dâhil olabilmek.
Tam bu noktada yazar için
özgün bir üslup oturtma derdi çok önemli. Üslûp, ruhun imzası çünkü. Üslûp, “Bunu
o yazmış” dedirten şey. Ama üslûbunu bulamayan, tesirinde kaldığı üslûbu şuurlu
yahut şuursuzca taklit eden yazar; sanatçılığına, otantikliğine kasteder.
(Elbette kolektif tesir ve esinlenmek bir yönüyle kaçınılmaz. Her yazarın zaman
zaman içine düştüğü bir şey ama dozu önemli.) Çünkü taklit sanatçının
intiharıdır, sanatçı benliğin intiharıdır. Sanatçı olmayanın ise zaten özgünlük
endişesi gibi bir derdi yoktur. İstikrarlı bir ilerleyişi, istikameti yoktur.
Zamana, şartlara ve zamanın rantlarına göre kendine, varlığına, varoluşuna,
üslubuna format atarlar onlar. Tutkulu, ısrarlı ve sadık bir istikamet
göremezsiniz varoluşlarında. Bu yüzden, bu kolektif tesirin tam ortasında her
yazarın en önce ciddi bir özgünlük endişesi olması gerekiyor.
Olamamak hıncı ile görgü
inzivası
Kendilerine layık gördüğü
ilgiyi, itibarı, şöhreti bulamayanlar kendilerini ışıltılı göstermenin zavallı
bir çaresi olarak bir şekilde parlayan insanları karalamakla meşgul olur.
Parlamak için başkalarının ışığını eksiltmeyi, karartmayı ummak... İşte karanlık
ruhların parlama yöntemi.
Görünmemeyi tercih
edenlerinki anlaşılır ancak diledikleri gibi görünemeyenlere has bir hınç ve
hırs var. Özellikle sanat ve edebiyat ortamlarında yüzyıllardır değişmeyen bir
tavır bu. Mozart ve kifayetsiz muhterisi Salieri gibi… Kendine layık gördüğü
ilgiyi bir türlü bulamayanlar, “Ben popüler sevmiyorum, niş işler yapıyorum”
avuntusuyla kalmayıp bir şekilde görünmeyi göze alan insanları çirkince
itibarsızlaştırma tavrı içine girebiliyor. Her popüler olanı aynı kefeye koyup
hepsini toptancı bir şekilde itibarsızlaştırarak bir tür kendini nitelikli
gösterme hilesi. Ucuz, kolaycı ve niteliksiz popülerliğin yanında altı sağlam
doldurulmuş, nitelikli popülerlik de var.
Popülerlik, şöhret,
itibar da bir rızık. Her yolu denemesine rağmen bir türlü popüler olamayan,
eserleri rağbet görmeyen, istediği ilgiyi bulamayan, layık olduğu itibara bir
türlü erişemeyenlere has bir olamamak hıncı var. Edebiyat ve sanat mecralarının
en zavallı ve tehlikeli profilleri maalesef bu tavra sahip insanlardan çıkıyor.
Bir türlü kendilerine layık gördüğü ilgiyi bulamayışlarını hazmedemezler. O
yüzden bir şekilde ilgiye, itibara layık görünenleri itibarsızlaştırmaya çalışır
ve asla kendileriyle meşgul olamazlar. İbrahim Varelci, bu kendiyle meşgul
olamama hâlinin nedenini ve çözümünü şöyle izah ediyor: “Vasatlıklarını sözde butik ve izole işleriyle örtmeye çalışırlar. Oysa
onlar dümdüz başarısızdır. Asıl büyük problem, kendi potansiyellerinin farkına
varmamaları, sessiz kalıp bilgi ve görgü inzivasına çekilmemeleridir.” Görgü
inzivasına ve kalemin uzletine çekilmek, her yazarın geçmesi gereken yolların
belki de ilki. Çünkü edebiyat ve sanat tarihi maalesef polemikler, itibar
suikastları, kalem savaşlarıyla da dolu. Evet, bir yazarın hak ettiği ilgiyi
yaşarken görmemesi büyük bahtsızlık ama bu bahtsızlığın telafisi başkalarını
itibarsızlaştırmaktan geçmiyor.
PR zekâsı ile imajın cazibesi
Kime
ait olduğu şaibeli olan “İyi sanatçılar kopyalar, büyük sanatçılar çalar” sözü bir
gerçeği ifşa ediyor. PR zekâsı diye bir şey var. Bir şeyi olduğundan, aslından
hep daha iyi, daha başarılı, daha güzel vs. gösteren bir tür “daha iyi
filtresi.” Bu zamanda insanı en yetkin, başarılı gösteren şeylerden biri de bu
hile. Özellikle taklit ile içerik hırsızlığı ve bunu gizlemek bu hilenin en
belirgin özelliği. Örneğin alenen esinlendiği, orijinal içeriğini ve varoluş
stilini esin denemeyecek kadar kopyalamasına rağmen esinlendiği kişinin ismini
hiç zikretmeyip yok saymak, hatta orijinal kişinin taklitçi konumuna düşmesi. Bu
tip durumların iç yüzü içerik üretim tarihlerinden direkt bellidir aslında. Ama
popülarite ve başarı, bazen gerçeği gölgeler. Sosyal medyada sayısız böyle vaka
var. Zekâ ve özgünlük çok nadir kesişir. Zeki, uyanık insanların çoğunda
özgünlük problemi vardır. Ve uyanık zekâlar, gerçek ilham perilerini asla
söylemezler. Onları yok sayarlar. Bazı ruhlar sanatçı mizaçlıdır, bazıları ise
başarı odaklı. Sanatçı mizaçlar özgündür, dişildir, doğurur, üretir. Uyanık
mizaçlar ise nihayetlendirir; eril ve sonuç odaklıdır. Ve eril, uyanık mizaçlar
hep daha başarılı olur. Daha doğrusu başarılı “gözükür.”
Ve
bir de bir algı bozukluğu imajın cazibesi var. İdraki henüz açılmamış toy bir
zihin için, bir ergen için imaj her şeydir. Cool tavırlar, öz güven avantajı,
prezantabl bir görünüm, büyüleyen bir aura ve efsunlayan bir hâl dili vs. Böyle
birçok done gerçekten iyi olanı saklar bazen. İslâm, “suret” ve “siret” ayrımı
yapar. Görünenin iki yüzü: Biri zahir, biri batın. Biri iç, diğeri dış yüz. Feraseti
ve basireti açık zihin güzel görünen ve güzel gösterilenin güzel olmaya
yetmeyeceğini bilen zihindir bu yüzden.
Sosyal medya aşkları
Sosyal medya ortamlarının
sanal aşkları ve görünümleri var bir de. Hepsi birbirinin muadili ve ikamesi
olan yüzlerce kadın hesabı takip etmek mesela. Kadına bu perspektifle bakabilen
bir erkeğin âşık olabilme yetisi yok. Bir kadınla aidiyet bağı kurabilme ihtimali
de yok. Bu yüzlerce kadın arasından birisini ruhuna yakın, karakter, zihin,
mizaç, iletişim dili gibi kriterlerle ayırt edici kılamaz. Onun nazarında
kadınlar kendisinde cinsel olarak ilgi uyandıran, hepsi birbiriyle ikame
edilebilir haz nesnesidir. Tek bir kadını aşk öznesi kılamaz. Tek bir kadını
alternatifsizce estetize edebilecek zihinsel ve ruhsal beceriden yoksundur
çünkü.
“Aşksızlık çağı”ndayız.
Kimse kimseye âşık değil. Olamıyor da. Herkes birbirinin seçeceği, alternatifi,
ikamesi. Onca flört uygulaması, cinsel içerik, çekici bedenler var ama aşk yok.
Ruh, zihin, kalp, ten, dil, şahsiyet uyumu. Aşk bunların tek kişiyle, eş
zamanlı ve şiddetli harmonisi. İnsan bu beş altı farklı kulvarda eş zamanlı bir
şiddette deneyimi ömründe en fazla bir, bilemedin iki kez yaşar. Bedenen belki
on on beş kişi, kafaların veya şahsiyetlerin uyuştuğu yedi sekiz kişi, ruhun
çekildiği iki üç kişi, kalbin güzel hissedip attığı dört beş kişi, çok güzel
iletişim kurulan dokuz on kişi olur belki ancak bunların hepsinin eş zamanlı,
yüksek şiddetle yaşandığı bir kişi olur. Ve insanın ömründe en fazla bir kez
olur. Çoğu insan bu ruh, zihin, kalp, ten, dil, şahsiyet harmonisinin en fazla
iki üçünü buluyor bir insanda. Bazısı bu ayrımı dahi bilmiyor, yapamıyor.
Binlercesi tensel hazların peşinde, sayısız insan cümbüşüyle yarım yamalak bir
şey deneyimliyor sadece. Ruhunu ve aşk istidadını israf ediyor. Bu vasat, ilkel
ve vasıfsız doyumla yetinen birincil düzey ilişkiler ve bağlar kurabiliyor. Çünkü
birini estetize etme becerisi, bunu anlamlandırabilme, adını koyabilme ve sadık
bir tutku geliştirecek vasfı yok, sabrı yok, seçiciliği yok. Tam da bu yüzden
aşk yok. Âşıklar yok.
Eleştiri korkusu ile
eleştiri etiği
Hem sosyal medya platformlarında
hem edebiyat mahfillerinde hem de pratik yaşamımızda ciddi bir eleştiri korkusu
var. Ve gereksiz bir eleştiri alınganlığı var. Eleştiri demek linç değil, yargı
dağıtmak değil, üstünlükçülük, ahlâkçılık taslamak değil. Eleştiri; düşünceyi
geliştiren, daha güçlü hâle getiren bir yol. Neden eleştiriden bu kadar
korkuyoruz? Neden bu kadar tetikleniyoruz? Yakınmadan, bağlamını saptırmadan, safsatalara
girmeden, çirkinleştirmeden, art niyetli bakmadan eleştirebilmeli. Kaldı ki bir
şekilde var olma cesareti göstermiş herkes, eleştirilmeyi de göze almak
durumunda. Ki herkes eleştirilebilir. Güçlü olan eleştiriden korkmaz. Korkmamalı.
Her türlü eleştiriyle baş edebilecek zihinsel donanıma, birikime, benlik gücüne,
kendini ve eserini makul argümanlarla savunacak cesarete sahip olmalı insan.
Ve “eleştiri etiği” var.
Eleştirinin de bir etiği, adabı, raconu var. Safsatalar, fesatlıklar,
hakaretler, niyet okumalar, husumet boyutuna gelmiş takıntılar, gürültülü laf
dalaşları... Bunlar eleştiri değil. Birini alt etmek, mahcup etmek, rezil etmek
arzusu eleştiri değil. Sert ve nitelikli eleştiri başımız üstüne. Yeter ki
sahici, içten ve hakikat üzerine olsun. Nitelikli, altı sapasağlam muhakemeyle
doldurulmuş, zekâ, incelik sızan, “muhatabını alt etme hırsı değil; içtenlikle,
hakikati dillendirme arzusu” taşıyan sert eleştiriye âşığım resmen. Fikrini
risk alarak, linçlenme pahasına dile getirmeyi göze alanlara hayranım bu
yüzden. Çünkü gerçek eleştiri tam da böyle bir şey. Nitelikli ve sert bir
eleştiriye muhatap olmak; insanı en iyi geliştiren şey.
İnsan, sevmediği
insanları anladığında tekâmül ediyor
Ciddi boyutta dinlememe
ve anlamama sorunu var. Duyduğunu ve okuduğunu dinleme-anlama oranı çok düşük.
Değil elli, beş cümle bile kursanız on beş saniyelik bir algılama hızıyla dönüt
alıyorsunuz. Anlamadan cevap yetiştiriyoruz çünkü dinlemek değil, konuşmak
istiyoruz. Ve sevdiklerimizi de anlama gereği duymuyoruz. Bazen yanlış, alenen
saçma şeyler söyleseler bile itiraz etmiyoruz. Aynı bilinç düzeyinde debelenip
durmamızın zehirli ve saklı nedeni de bu. Çünkü çoğu insanda “ağzının payını
verme” iştahı var. Hışımla, hırsla, paldır küldür cevap yetiştiriyoruz. On beş
saniyelik bir okuma ve dinleme hızıyla o kişiye dair algı hızıyla cevap
yetiştirme telaşına düşüyoruz. Ve değil uzun yazıları, makaleleri; dört beş
cümleyi bile okuma ve anlama zahmetine girmiyoruz.
Sevmediğimiz insanlar,
ideolojimize/yaşantımıza ters düşen düşünürler, yazarlar, bazen anne babamız, ailemiz,
komşularımız... Anlamıyoruz. Anlama zahmeti göstermeden o kişilere dair
izlenimimiz ve hızlı algımızla cevap yetiştirip geçiyoruz. Anlamak meşakkati
yok bu yüzden. En sevdiğimiz insanlara bile gerçekten anlama zahmeti ve
meşakkati göstermiyoruz.
İnsan en çok, sevmediği
insanları anlamaya başladığında tekâmül ediyor. “Beni bir kişi anladı, o da yanlış anladı” demişti Hegel. Çünkü
anlamanın meşakkati vardır. İdrak edişin acısı vardır. İdrak, âşık bir dikkat
ister. Yarım yamalak flörtöz bir ilgi değil. Çünkü sevmediğimiz insanları
anlamak istemiyoruz. Çünkü onları sevemeyişimizin nedeni olan o şey; onları yanlış
anlamamızın bizzat sebebi oluyor genellikle. Ve anlamak istemeyen birine,
hiçbir şey anlatamazsınız. Yapacağımız her izah, tutkulu bir yanlış anlama
ısrarına kurban gidecektir çünkü.
Muhabbetsizlik nezaketi
ve çare
Bir insanı bir türlü
sevemiyorsanız, kalbiniz bir türlü ısınamıyorsa, her hâli, tavrı batıyorsa,
sizde olumsuz ve kötü duygular tetikliyorsa, kısaca “gıcık” oluyorsanız ve en
ufak bir içtenlik, nezaket, tebrik göstermek bile gelmiyorsa içinizden o kişiye
karşı muhabbetiniz bitmiş demektir. Bağ kurma zorunluğunuz yoksa güzel güzel
hayatından çıkın, sosyal medyanızdaysa takipten çıkın yahut mesafe koyun,
uzaklaşın. Hem onu hem de kalbinizi yormazsınız. Hem de yeni güzel insanlara ve
bağlara fırsat açarsınız. Zorla muhabbet olmuyor. Muhabbetsizliğin nezaketi
olmuyor çünkü.
Zeynep Merdan