logo
Sır vermek var mıydı?

Sır vermek var mıydı?

Dağlara ve tek ağaçlara karşı yüksek bir merakım var. Gezilerimiz sırasında, yurdun çeşitli yerlerinde tek ağaçlarım oldu. Kimi ahlat, kimi alıç. Bunlar, aynı zamanda orman oluşturmayı başaramayan ağaçlar. Ne güzel.

Yolumuzu hiç şikâyet etmeden uzatıyor ve ahbabımız olan bazı tek ağaçları görmeye gidiyoruz. Onlarla selamlaşıyor, hal hatır soruyorum. Nasılsın, iyi misin?

Bu ağaçların yaşadığı ıssız yerler bazen rüyama giriyor. Böylece günüm daha geceden aydınlanmış oluyor.

Dağ başında yahut bir bozkırda tek başına duran, yalnız yaşayan, daha fazla rüzgâra ve soğuğa maruz kalan ağaçlar bana ne anlatıyor? Bunu: Kaderi, kederi ve meşakkati mümince karşılamak...

Orman, kalabalığı temsil eder. Tek ağaçlar ise bir din büyüğünün oğluna vasiyetinde geçen şu cümleyi hatırlatır: Halktan aslandan kaçar gibi kaç!

***

Bazı yazılar ve şiirler insana bir müjde gibi gelir. Kalbimizi çalıştırır. İlham verir.

Dursun Çiçek ikinci sayı için yazı göndermiş: Yalnızlığın Fotoğrafını Çekmek. Hemen okumaya başlıyorum. Okuduktan sonra ilk düşüncem şu oluyor: Sadece bu yazı için bir sayı çıkarılabilir.

Yazıdan: “Her yalnız ağaç, zamanda ve mekânda yalnızlaşan bir insanı çağrıştırır bize. Kendimizi, kendi yalnızlığımızı görürüz onda. Toplumdan soyutlanan insan ile ormanını kaybetmiş ağaç arasında çağrışımlar hisseder, benzerlikler düşünürüz.”

Sanki ben anlatmışım, o yazmış. Eskiler buna ‘kalbî yakınlık’ diyor.

Evet: “Yalnız bir ağaç ile garip bir yolcunun yolu kesiştiğinde hüzünle karışık sevgi çıkar ortaya. Onlar birbirlerini anlar ve dinlerler. Halleşirler.”

Dursun Çiçek, yazıyla beraber dört de fotoğraf göndermiş. İçlerinden birinde Akif Emre var. Yalnız ve kırgın yaşadı.

Yalnız kelimesini özellikle kullandım. Çünkü: “Tek başına kalmamak için yalnızlığa tutunuyoruz.”

***

Çiçek’in yazısını okuyunca, küçükken dinlediğim bir hikâyeyi hatırladım. Anlatayım:

Şeyh Şaban-ı Veli Hazretleri şu gün şu saatte Kastamonu’ya gelecek. Hazırlıklar yapılıyor. Fakat gelen giden yok. Aradan hayli vakit geçiyor. Onu bekleyenler endişe etmeye başlıyor. Acaba yolda başına bir iş mi geldi? Eşkıyalar önünü mü kesti? Kurda kuşa yem mi oldu?

Her bir yöne atlı asker gönderiyorlar. Bulmadan dönmeyin. Sonunda ulu bir çınar ağacının altında buluyorlar onu. Belli ki uzun zamandır burada. Namaz kılıyor. Askerler bir köşeye çekiliyor ve sessizce namazın bitmesini bekliyorlar.

Esselamu aleyküm ve rahmetullah,

Esselamu aleyküm ve rahmetullah.

Efendim, bütün ahali merakla sizi bekliyor.

Gidelim, diyor. Yola düşüyorlar.

Arkalarından garip sesler geliyor. Askerler dönüp bakıyor ve hayrete düşüyorlar.

Çınar, ayaklanmış, şeyhi takip etmeye çalışıyor.

Şeyh Efendi usulca şunu söylüyor: “Sır vermek var mıydı ey çınar?”

Şabanoğulları ailesinin bir ferdi olarak, bu hikâyeyi Kastamonu’da bir dağ köyünde dinlemiştim. İnanırsınız veya inanmazsınız, o size kalmış. Ben inananlardanım. İmkânsız ile mümkün arasında bir yol daha vardır.

Dursun Çiçek’in yazısını okuyunca, ben de benzer bir duygunun içinde kaldım ve şöyle mırıldandım: Sır vermek var mıydı ey ağabey?

İbrahim Tenekeci