logo
Mehmet Aycı: “Sevsem öldürürler sevmesem öldüm”

Mehmet Aycı: “Sevsem öldürürler sevmesem öldüm”

Son yolculuğuna uğurlamak için Ankara’dan yola çıktığımızda Kırşehir’e varana kadar onun farklı zamanlarda farklı tazelikle âdeta yeniden yakıyormuşçasına söylediği bozlaklar kafamın içinde dolandı durdu. Ayrılıktan, yoksulluktan, ölümden; ayrılığın, yoksulluğun ve ölümün insanı incelterek, sağaltarak, derinleştirerek kendi hayatı içinde başka bir hayata tutundurmasından filizlenen, köpüren, denizleşen, ovalaşan, gökyüzüleşen bozlaklar da kafamın içinde onu en iyi icra eden ustalarının cenazelerine katılmak için yola çıktılar diye düşündüm. Düşünmek de ne, öyle hissettim. Orada, Allah affetsin, tabutun kapağını kaldırıp, sağa sola bakınıp saz göremeyince kaldırdığı o tahtayı ruhunun saçlarıyla telleyecek, ruhunun kanıyla perdeleyecek, bugüne kadar hiç duymadığımız ancak bugüne kadar yaşadığımız her acıyı içine alan en dokunaklı bozlağını söyleyecek, bir an bunu yapıp öyle veda edecek, yeniden tabuta girecek diye hayal ettim.

 

En temelde kendi hikâyesi, en az kendi kadar usta olan babasının hikâyesi, erken yaşta kaybettiği annesinin, kardeşlerinin hikâyesi, sonra yaşadıkça yeniden örülen, yeniden yazılan, kendi içinde yeniden anlatılan kendinin ve ailesinin hikâyesi yanında obasının hikâyesi, sonra Türkçenin teşekkülüyle eş zamanlı teşekkül eden milletimizin hikâyesi; konduğumuz yurtların, komşu olduğumuz kavimlerin, konuk olduğumuz coğrafyaların hikâyesi, bize konuk olanların hikâyesi, daha da derinleşerek ilk insandan kendisine kadar bütün insanların hikâyesi onda öyle büyük bir dünya oluşturuyor ki kimi zaman kendisinin bile farkına varması imkânsız bir labirent oluşturuyor kimi zamansa hepsi tek hikâyeye dönüşüyor.

 

Onda nörolojik olarak da psikolojik olarak da sadece büyük sanatçılara özgü bir büyüklük görüyoruz. Konserlerin, kasetlerin, düğünlerin, eş dost meclislerinin o gündelik gelgeç havasında kendisini gösterdiği dönemlerde bile muhiti ve mekânı aşan, nedeni ve sonucu aşan, dünyevi olan ne varsa geride bırakan bir aşkınlık atmosferinde buluyoruz kendimizi.

 

“Kırat Bozlağı”nı söylerken sol eline dikkat edin; o el ayrı bir şaman Neşet Ertaş olarak göğe tırmanıyor; ezgiden bir at yapıyor, o ata can veriyor, o atın yelesini tarıyor, o ata kanat takıyor, o atla göğün katlarını dolaşıyor. Bu hâliyle sanat içinde bugüne kadar görmediğimiz başka bir sanatı icra ediyor hissine kapılırsınız.

 

Nasıl sözü ve havasıyla, güftesi ve ezgisiyle türkü etle tırnak gibiyse icra ederken türküyle etle tırnak gibi olma hâli de Neşet Ertaş’a özgüdür. Söylediği her türküyü ilk defa icra ediyormuş gibi icra etmesi, dahası kendi yakıyormuş gibi söylemesi, sürekli kendisini yenileyen o tazelik çocukluğuyla izah edilse bile eksik kalacaktır. Bu hususiyet ancak Allah vergisi olarak tanımlanabilir. Daha doğmadan kulaklarının türkülere aşinalığı, yedi yaşına kadar onu kundak niyetine türkülerin sarması, beşik niyetine türkülerin sallaması, meme niyetine türkülerin emzirmesi, hatta “oyuncak” niyetine türkülerle oynaması bile bu durumu izah etmekte çaresiz kalacaktır.

 

Yakından dinleyenler şahit olmuştur; icra ettiği türküye o kadar kaptırır ki kendini türküyü sadece diliyle değil, ruhuyla, bedeniyle, alyuvar ve akyuvarlarıyla icra ediyormuşçasına bir trans hâli yaşar; bedeni âdeta türküyle birlikte yeniden yaratılır. İrsî olmalıdır; rahmetli Muharrem Ertaş’ta da benzer durumu gören tanıklar vardır. Söylemeye başladığında bulunduğu yerle söylemeyi bıraktığında bulunduğu yer arasında birkaç metre olduğunu, ığranarak, uğrunarak, uğunarak, kendinden geçerek bozlakla birlikte kendisinin de yürüdüğünü bilenler bilir.

 

Sarı Irmak’tan Tuna’ya kadar muazzam bir coğrafyanın hayata ve ölüme dair algıları, birikimleri, biriktirdiklerinin Kızılırmak havzasının havasını alarak nasıl turnalar gibi aynı coğrafyaya yeniden kanatlandığını onun türkülerinden izlemek mümkündür.

 

Neşet Ertaş daha yaşarken bizim klasiklerimizden biri olmayı hak etmiştir.

Mehmet Aycı