logo
Ömer Lekesiz: Âkif  Emre: Mühürlenmiş Zamanda Zamansız Bir Yolcu

Ömer Lekesiz: Âkif Emre: Mühürlenmiş Zamanda Zamansız Bir Yolcu

“Mühürlenmiş zaman” terimini, ilk kullanan Andrei Tarkovsky değildir ama onun sayesinde popüler hale gelmiştir.

Oryantalistlerin “mal bulmuş bir Mağribi gibi” sarılmalarıyla, İslam dünyasındaki durgunluğun bir mecazı haline gelen bu terim, Edward Said’in kelimeleriyle, onlar tarafından genel olarak Doğu’yu, özel olarak İslam dünyasını, ötekileştirme gayreti içinde, çarpıtılmış bir resme dönüştürerek, aşağılayıcı bir dille okumanın anahtarı haline getirilmişti. 

İlk başlarda akademik olan bu tavır, Batı’nın, İslam dünyasını sömürgeleştirildiği yıllarda, siyasi ve medyatik bir tutuma dönüşerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra oluşturduğu, ulus / uydu devletlerin, kendi halklarına uyguladıkları geçmişi unutturma zulmüyle çok yönlü bir istikamet kazandı. Öyle ki, 1940’lara gelindiğinde, bugünkü İran’ın tamamına hakim olan Safevi Türk Devleti’nin 1736’da, bugünkü Afganistan’dan başlayarak Hint kıtasının tamamına hakim bulunan Bâbür Hint-Türk İmparatorluğu’nun 1858’de ve Osmanlı İmparatorluğu’nun 1923’te İngilizler tarafından yıkıldığı bile Müslüman halklara unutturuldu; Endonezya / Bali’den, Portekiz / Lizbon’a; Uygur / Urumçi’den, Güney Afrika / Cape Town’a uzanan coğrafi hatlarda, imamesi kopmuş bir tespihin taneleri gibi  darmadağın olarak yaşayan Müslümanların varlığı, bilgisizlik ve habersizlik düzeyinde adeta buharlaştırıldı.

Âkif Emre’nin adı zikredildiğinde, ilkin yukarıda ana hatlarıyla verdiğim söz konusu unut(tur)uluş tablosu canlanırken, ‘80 Kuşağı’nın demokrasi, özgürlük, eşitlik, siyasal İslam, sosyalizm, komünizm, Marksizm, sekülerlik, laikçilik, psikanaliz, diriliş vb. kelimelerinin içinden geçerek ancak varlık gösterebildiği bir tefekkür ve eylem ortamında, yakın tanıklığımın ve halen canlı olan hatıralarımın etkisiyle, saf ve sahih bir istikamette salt kendisi olarak yürümeye çalışan bir müminin portresi beliriverir.

Çünkü, bana göre Âkif Emre, Rabbimizin kendisine takdir ettiği mühlet (Kayseri 2.3.1957 – İstanbul 23.5.2017) içinde, her ne yazdıysa ve her ne yaptıysa, mezkûr unut(tur)uluş’a karşı bir itiraz olarak yazdı ve yaptı.

Varlığını kan ile iman kelimelerinin belirlediği Endülüs adlı bir yangın yerinden, soykırım mekânı haline gelen Balkanlar’a, Rus askerinin çizmesinden kurtulmanın bedelini Amerikan askerinin çizmesiyle çiğnenerek ödeyen Afganistan’dan, İsrail işgalindeki Filistin’e, Uluslararası Yahudi sermayesi tarafından kuşatılan Hicaz’a... unut(tur)ulan bir tarihin, hafızanın ve hatıratın yeniden filizlenmeye başladığını gördük, onun itiraz kayıtlarında... Bu onun daha hayatının başlangıcında bilinçli olarak yüklendiği bir görev miydi? Bundan emin değilim, ancak bu görev için en uygun mesleklerden biri olan gazetecilikte karar kılmasına bakarak, kaderin onu bu yolda haddelediğine inanıyorum.

Kendi kelimeleriyle, “Büyük edebiyatçıların, düşünürlerin önemli bir kısmının en azından hayatlarının belli bir döneminde gazetecilikle uğraşmış olmaları hatırlandığında, toplum karşısında gazetecinin...  Aracı (medium) olmayı aşan bir işlevi” vardır ki, nitekim “Marx’tan, Ernest Hemingway’e kadar pek çok düşünürün, edebiyatçının gazeteciliğe ilgi duyması (da) sadece tanıklık işleviyle” açıklanamaz, çünkü “Romancı gibi gazeteci de aslında kendi öyküsünü kurar, her haber yeniden kurgulanmış gözükür sonuçta. Hayatın, olayların, insan ilişkilerinin bir başka gözden yeniden kurulması...”dır gazetecilik.

Âkif Emre de bu bakış açısıyla ve gazetecilik formasyonuyla donanmış olarak yürüdü yukarıda zikrettiğimiz kayıp coğrafyamızın izinde...

Gazetecilik mesleğinde Âkif Emre’yi diğer meslektaşlarından ayıran en önemli husus ise onun münevver bir müminin sorumluluğuna sahip olmasıdır.

Bu manada o bir mütefekkir değildir, mizacı ve yönelimi itibariyle de kendisini ona uygun bulmaz. Varlığını, farkını ve misyonunu belirleyen eylemsel çerçeve kendi anlatımıyla şöyledir: “Çok disiplinli, planlı programlı bir yazar değilim. Tamamen spontane gelişir bende, daha çok gazetecilik yanım önde. Yani yirmi yıldan fazladır düzenli, her gün değil, haftada belli günler yazıyorum. Dolayısıyla yazma eylemimi belirleyen de o, gazetedeki yazılar. Ama bilinen anlamda, klasik anlamda bir yazar hayatı, profili bellidir. Bir tür işçiliktir o. Oturursun belli bir dönemini ayırırsın, ayrıntılar üzerinde yoğunlaşırsın mesela. Öyle bir yazarlığım yok. (...) Belki de öyle bir sabrım yok. Yani oturup ince ince, bütün ayrıntılarıyla kaleme alınan yazılar değiller. Zaten metinlerden de anlaşılır o, çok hızlı geçişler vardır. İnsanlar, ‘Aa keşke biraz ayrıntıya girse’ diyebilirler. Biraz da kendimi seyrettirmekten çok hoşlanmam. Onun verdiği bir şey var.”

Âkif Emre’nin mütevazılığı nedeniyle fazlaca dar tuttuğu bu çerçeveyi, onun özellikle dağlarla, erguvanla, sanatla, sanatçılarla ilgili yazılarında uç veren edebi zevkiyle ve toplumsal- siyasal çözümlemeler yapma maharetiyle birlikte genişletmemiz gerekir. Buna rağmen, son tahlilde onun hayata bakışı ve hayat karşısındaki duruşunda çok net bir istikamete sahip bulunmakla birlikte, gazeteciliğin ötesinde mesleki ya da tematik bir ikametinin olmadığını söylememiz gerekir.

Bu yanıyla Âkif Emre, mühürlenmiş zamanda zamansız bir yolcudur. Yitik coğrafyada ayak bastığı her mekândan işaret fişekleri atan bir yolcu...

Ki o işaret fişekleri, onun dışında ’80 kuşağından başka hiç kimseye nasip edilmediği gibi, tarihi ve coğrafi bir bilincin yeniden teşekkülüne olan büyük etkisi de, yine bu kuşaktan onun dışında hiç kimseye nasip edilmemiştir.

Âkif Emre’nin mütefekkirâne gazeteciliği sayesindedir ki, İslam İberyası, Babürler, Safeviler, Osmanlılar... sömürgen Batı’nın mühürleyerek dondurduğu zamandan, yeniden ete-kemiğe bürünme imkânını kazanmış; hüzün, acı ve utanç kipinde de olsa, önemli oranda bizim aktif zamanımıza taşınmıştır. Geçmişi iyi bilmek, geleceği doğru inşa etmenin koşulu olduğuna göre bu taşınma mütefekkirlerin ilgisine, Müslümanların bilinçlerine dahildir artık...

Bu manada Âkif Emre, ezberletilmiş bilgilerle, fanatizmin belirlediği siyasi yönelişler başta gelmek üzere, gündelik olanla asli olanı ayırma esasında bir mesafe oluşturmayı daima önemsemiştir.

Yazı başlığımızda da yer alan “zamansızlık” vurgumuzdan maksat da budur. Onun adı etrafında daha çok “muhaliflik” terimiyle ifade edilen bu durum, içeriği şimdiki zamana göre belirlendiği için doğruluktan yoksundur.

Zira, Âkif Emre’nin gündelik siyasete mahsus muhalifliği, ilgili olgu ve olaylara karşıtlığından değil, mesleğinin zorunlu kıldığı objektiflikten kaynaklanmıştır. Dolayısıyla bu bağlamda “zamansızlık” düşünsel sığlığın, omurgasız karşıtlığın şimdisinden kurtulmayı ifade etmekte olup, onun şu sözleri de bu tespitimizi teyit etmektedir: “... Hakiki aydın eklemlenmez, muhafazakârlaşmaz, sağcılaşmaz. Bunlarla aydın, entelektüel olanın uzlaşmayacağını düşünürüm. Ama bu sadece yıkıcı, yıpratıcı bir muhalefet değil. Kökten, varoluşsal bir şey, içten bir duyuş. O anlamda mesela ‘Muhalif kimdir?’ ayrıca bir paragraf açmak lazım. O ayrı bir konu. Ama onun (aydının) muhalifliğini önemserim ben. İkincisi de yeryüzünde bir Müslüman olarak işgal ettiği yerin farkında olan insan tipidir aydın. Bu şekilde bir tanımlama yapmak da lazım. Yani farkındalık.”

Bu nedenle Âkif Emre, Müslüman olarak işgal ettiği yerin farkında ve kayıp coğrafyada bir iz sürücü olarak, kendi zamanını aşan bir anlayış, dil ve duruş içinde yaşamayı başardı.

Kendi adıma bu hallerinin tanığı ve mukallidi olmaktan duyduğum memnuniyetle, Âkif Emre’ye rahmet diliyorum.


 Not: Yazıda, Âkif Emre’ye olan alıntılar, onun Potreler – Kitaplar ve Dergiler adlı kitabından yapılmıştır (Bütün Eserleri: 8, Büyüyenay Yayınları, İstanbul 2020).

 

Ömer Lekesiz