logo
Nadir Bir İstisna: Hüsrev Hatemi

Nadir Bir İstisna: Hüsrev Hatemi

Hüsrev Hatemi Hocamızla tanıştığımda, kendisi Cerrahpaşa hastanesinde idi. Sonrasında onunla beraber birkaç hastane gezdik. Diyabet ve Alman hastanelerindeki şen günlerimizi unutamam. Hocamız, onca yoğunluğuna rağmen, edebiyata vakit ayırmasını bilirdi. Hastanedeki odasında yahut dışarıda bir yerde buluşurduk.

Hüsrev Hocamızla neler konuşurduk? Bazen genç bir şairi sorar, bazen unutulmuş bir ismi bulup onu anlatırdı. Kırım Hanları, Azeri Türkçesi, İstanbul şarkıları, Feriköy günleri ve daha birçok şey. Aynı sohbetin içinde hem divan edebiyatı hem eski bostanlar olabiliyordu. Hocamız, yüksek öğrenme tutkusuna eşlik eden kuvvetli bir hafızaya sahipti.

Atilla Özkırımlı, Behçet Necatigil, Cahit Zarifoğlu gibi birçok edebiyatçının bir doktor olarak son anlarına şahitlik etmişti. Fakat bunları yazdığını görmedim, anlattığını duymadım. Zarifoğlu’nu yazmasını istediğimde, “çok acı çekti, tekrar o günleri hatırlamak istemiyorum” cevabını verdi. Bence esas gerekçesi bu değildi. Mesleğinin mahremiyetini gözetiyordu.

Kendisi de bazı sağlık sorunları yaşadı. Ameliyat oldu. Hastanede yatarken bile edebiyattan hiç kopmadı.

Hüsrev Hatemi, sadece bilgisini değil, imkânlarını da paylaşmayı severdi. Bir diğer ismi de yoksulların doktoruydu. Biliyorum, bu cümleyi okuduğunda bana sitem edecektir.

Hocamızla uzun sayılabilecek bir münasebetim, yakın denilebilecek bir hukukum oldu. Yayınlanmamış bir şiir dosyasını, defterlerini, fotoğraf ve evrakını bana emanet etti. Burada onun birkaç hususiyetini anmak isterim.

Hüsrev Hatemi, zor zamanda konuşan az sayıdaki isimden biriydi. Fakat yaptıklarını hiçbir zaman kullanmadı, insanların önüne getirmedi. Arşivimde yazmış olduğu bir dilekçe var. 28 Şubat sürecinin en sıkıntılı günlerinde, İstanbul Üniversitesi rektörüne bir dilekçe yazıyor. Konu: Üniversitenin ana kapısındaki tuğranın yeniden ihya edilmesi...

Hocamızın üzüntüsünü saklayamayan bir yapısı vardı. Toplu şiirlerine Ağustos Melâli ismini vermesi, biraz da bu yönünü yansıtıyordu. Melâl, keder, hüzün ve can sıkıntısı anlamına geliyor. Ahmet Haşim, “Melâli anlamayan nesle aşina değiliz” demişti. Hatemi de benzer bir hassasiyetle, “Kederdir yüreğimin değişmez postnişini” diyor. Her ne kadar “Kaz adımlarıyla yürür içimdeki karamsarlık” demiş olsa da hocamızdaki kederin karamsarlığa dönüştüğünü yahut öyle olduğunu hiç görmedim. Bana kalırsa, ondaki kederin iki kaynağı vardı: Çocukluk yıllarına duyduğu temiz özlem ve dünya hayatını gurbet olarak bilmesi...

Hocamız, daima insanların olumlu tarafından bahsederdi. Müminlere mahsus bu hasleti bende derin iz bırakmıştır.

Tanıştığım birçok büyükte maalesef aynı özelliği gördüm. Önce kendinizi değerli hissettiriyor, sonra da istismar ediyor. Bir kuşağın neredeyse tek ortak yönü buydu. Hüsrev Hatemi ise nadir istisnalardan biriydi. Onun yaklaşımı sahiden ve candandı. İstemeyi bilmiyor gibiydi. Benim için, sadece bu tarafıyla bile muhterem idi.

 

İbrahim Tenekeci