Eyyüp Akyüz: Eve Dönmek
Ne zaman eve dönsem “Olvido” şiirini mırıldanmaya
başlarım: “İşte, doğduğun eski evdesin birden / Yolunu gözlüyor lamba ve
merdiven, / Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik / Ve cümle yitikler, mağlûplar,
mahzunlar...”
Anılar defteri gibi duruyor evimiz şuracıkta. Üst
katına içeriden merdivenle çıkılan iki katlı ahşap bir ev… Üçü de rahmetli olan
annem, babaannem ve ağabeyim... Sürekli kesilen elektrik ve yakılan gaz
lambası... Rüzgârın tokat gibi vurmasıyla zangırdayan camlar... Kışın, altına
ıslak ayaklarımızı uzattığımız, içinde ekmek pişirdiğimiz, kestane kavurduğumuz
kuzine... Akşamları ailece kaşıkladığımız yoğurt doğraması... Bahçesindeki meşe
ağacı ve ona sımsıkı sarılmış üzüm bağı... Oyunlarımız... Arkadaşlarımız...
Çocukken ikiz kardeşimle iş bölümü yapmıştık. Eve odun
alma işi benim, ahır işi onundu. Perdenin birini çekme görevi benim, diğeri
onundu. Evde odun yoksa sorumlusu bendim. Ahır işi yapılmamışsa ikiz kardeşim
görevini ihmal etmiş demekti. Bu görevler bir yandan bize sorumluluk duygusu
yükleyip özgürlüğümüzü elimizden alırken diğer yandan “adam” olma imkânı
sunardı. Ben olmasam ev ısınmaz, ailem soğuktan donardı. İkiz kardeşim olmasa ineklerimiz
açlıktan ölürdü. Evin olmazsa olmazlarıydık bu yüzden. Ne güzel şeydi işe
yaramak. Varlığımızı birilerine, bir şeylere armağan etmek ne güzeldi. Kimi
zaman tam oyunun en güzel yerinde göreve çağrılsak da bazen söylene söylene
gitsek de güzeldi.
İnsanın insanla ünsiyetinin bittiği, eviyle dahi bağ
kuramadığı günlere geldik. Gençlere “Eviniz sizin için ne anlama geliyor?” diye
sorduğumda “Ev işte” yanıtı alıyorum. “Ev işte...” Evden sıradan bir şeymiş
gibi söz etmek ve ona yalnızca bir bina olarak bakmak, bir anlam yükleyememek…
Ne acı! Sorumluluk vermiyoruz çocuklarımıza. Aidiyet duygusu gelişmiyor eve de
aileye de. Evlerde unutulmayacak anılar biriktirmiyoruz. Ailece bir şeyler
paylaşmıyoruz. Bu yüzden bir yuvaya dönüştüremiyoruz evlerimizi. Bir otel gibi,
bir pansiyon gibi kullanıyoruz.
Hafıza... Hafızamızı yitirdik toplumca. Gençler fotoğraf
çekerek belleklerini diri tutacaklarını sanıyorlar. Oysa bağlamsız hafıza
olmaz. Bir hikâye lazım önce. Yaşamak lazım. Anı ölümsüzleştirmek için fotoğraf
makinesine sarılan kim varsa yanılıyor. Bir hikâye olmadan çekilen her kare,
yalnızca fotoğrafın çekildiği anı yahut günü hatırlatabilir. Hikâyeniz varsa
gerçek fotoğraf çekmişsiniz demektir. En iyi fotoğrafı zihnimiz çeker çünkü.
Evimiz... Belleğimiz... Çocukluğumun geçtiği ev
yıkılırsa her şey yıkılacak sanki. “Anılar defterinde gül yaprağı / Gibi
unutuldum kurudum” diyecek sanki çocukluğum. Bir tek çocukluğum değil, evim de
üzülecek unutulduğuna, hatıralarım da. Bu kadar kolay mıdır peki unutmak?
İçinde anne olan, içinde baba olan, içinde aile olan, içinde yaşam olan bir evi
yıkmak mümkün müdür? Hafıza sarayının her köşesine nakşedilmiş binlerce anı
öyle kolay unutulur mu? Unutmak isteseniz de unutamazsınız. “İnsan, yağmur
kokan bir sabaha karşı / Hatırlar bir gün bir camı açtığını / Duran bir bulutu,
bir kuş uçtuğunu / Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı” dediği gibi “Olvido”
şiirinde Dranas’ın. “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / Hiçbir yere gitmiyor”
demiyor mu bir başka şair de? Tabii bu, çocukluğu olanlar için geçerli.
Çocukluğunu telefonlara, tabletlere hibe edenler nereye gidecekler? Bir evi
olmayanlar… Bir perde çekmemiş olanlar... Gerçek oyun oynamamış olanlar… Düşüp
kolunu kırmamış olanlar… Hayal kuramadığı için hayal kırıklığına uğrama fırsatı
bulamayanlar… Anne babasının dizinde uyumak yerine bilgisayar karşısında
uyuyanlar… Eve döndüklerinde hangi şiiri okuyacaklar? Ev… Hangi ev?
Eyyüp Akyüz