logo
Erhan İdiz: Kardeşlerimizle aramızdaki duvarlar

Erhan İdiz: Kardeşlerimizle aramızdaki duvarlar

İran sınırına varmak üzereydik. Minibüsün ön koltuğundaki İzmirli genç, Vanlı şoförün uzattığı elmayı kabul etti ancak yüzünde bariz bir tiksinti ifadesi vardı. Minibüsten indiğimizde şoför arkamızdan seslendi: “İran halkına dikkat edin, temizlik nedir bilmezler.”

İki yıl sonra Afganistan’a yaptığım bir seyahatte, İranlıların Afganlara benzer şekilde baktığını öğrendim. İran’da uzun süre göçmen olarak yaşayan bir Afgan genci, “Onlar bizimle aynı sofraya oturmaz. Bizim kirli olduğumuzu düşünürler” demişti. Bir başka sohbetimizde aynı gence Pakistanlıları sorduğumda “Pakistanlılar yeryüzünün en pis insanları” cevabını almıştım.

Pakistan’a gittiğimde aynı durumun Bangladeşliler için geçerli olduğunu fark ettim. Pakistanlılar, Bangladeşlileri kirli ve geri buluyordu. Tabii bu zincirleme ön yargıların burada son bulacağını sanmıştım, ta ki Arakan katliamı oluncaya kadar. O günlerde Bangladeş’te kurulan Arakan kamplarını gezdiğimde Bengal bir insani yardım görevlisi, “Arakanlılar çok çocuk yapıyorlar ve temizlik nedir bilmiyorlar” demişti. Bu cümleyi kuran insanın yaşadığı ülke, dünyanın en yoğun nüfuslu ülkesiydi. Öyle ki bazı yerlerde kilometrekareye 44 bin kişi düşüyordu. Hatta başkentlerinde mezar yeri olmadığı için insanlar üst üste gömülüyordu. Oysa o, ötekinin çok çocuk yaptığını düşünüyordu.

Gittiğim her yerde konu önce hijyen boyutuyla dile getiriliyor, biraz deşince ötekinin ne kadar ahlâksız ve cahil olduğu anlatılıyor, geri kalmışlıktan dem vuruluyordu. Derinleşen her sohbetin sonunda anlıyordum ki asıl sorun hijyen değil, öteki hakkındaki düşmanca ön yargılardı. Hijyen, düşmanlığın dile getirilebilen en “insani” yanıydı. Oysa misafiri olduğum her halk, beni evinin en güzel köşesinde ağırlıyor, en güzel yemeklerini paylaşıyordu. Fakat algılar hep karanlıktaydı. Bu düşüncelere şahit olduğumdan beri aklımda hep iki soru dönüp dolaşır: Birincisi, kardeşliğimizin arasına bu duvarları kim ördü? İkincisi, bu duvarlar nasıl yıkılabilir?

Birinci sorunun cevabı âdemoğlunun ilk günlerine kadar gidiyor. İnsan, öteki gördüğüne hep şüphe ve korkuyla yaklaşır. Ön yargının da eşlik ettiği bu yaklaşım tarihin ilk dönemlerinden beri geçerli. Mesela Antik Yunan toplumu, dillerini bilmeyen kavimleri taklit edip “bar bar” konuştuklarını ifade etmek için barbar demişlerdir. Slavlar ise Almanlara dilsiz anlamına gelen Nemetz demiştir. Hatta Osmanlılar da bundan dolayı Almanları Nemçe olarak isimlendirmiştir. Araplar da Arapça bilmeyen topluluklara Acem demiş fakat bu isim özellikle İranlılarla özdeşleşmiştir. Her millet kendi dilini bilmeyeni yabani, dilsiz kabul etmiştir. Bu durum fertler için de geçerli. Her insan; kabilesi, milleti neyse onun dışında kalan herkesi böyle görür. İçeride kalanlar kardeş, dışarıdakiler duruma göre müttefik ya da düşmandır. Fakat İslâm geldiğinde yepyeni bir kardeşlik anlayışı getirmiştir. Kardeş, karındaş demek. Eski Türkçe karındaş, “aynı anadan doğma” sözcüğünden evrilmiştir. Türkçenin en güzel kelimelerinden biridir fakat İslâm bize bundan daha güzelini bahşetmiş, aynı anneden doğmasak bile kardeşlik imkânı vermiştir. Aynı şeye iman etmenin getirdiği bir kardeşliktir bu. İman kelimesinin kökünde güven anlamı vardır. İnsanlar aynı şeye güvenip inandığında aralarında bir kardeşlik başlar.

Müslümanlar bu anlayışla Endülüs’ten Endonezya’ya kadar bu kardeşliği taşımıştır. Bu, sürekli barış içinde yaşadıkları anlamına gelmiyor ama İslâm, aralarında hep bir kardeşlik bağı olmuştur. Devletler birbiriyle savaşsa bile Müslümanlar hep kardeş olmuştur. Sonra Fransız Devrimi geldi ve dünya değişti. Dünyanın her ilerici adımı bizi kardeşlerimizden biraz daha kopardı. Bu kopma, sadece siyasi sınırlarla ilgili değildi, kalpler arasındaki mesafeler de her gelişmeyle artıyordu.

Sonra kardeşlerimizle bağımız tamamen kesildi. Mesela ben, muhabirlik yaptığım on iki yıl boyunca kardeş bildiğim tüm coğrafyalara dair haberleri hep İngiliz ve Fransız ajansları üzerinden çevirdim. Dünyaya, kardeşlerime Batı’nın gözüyle baktım.

Bu aslında hepimizin hikâyesi. Yüz yıldır kendi kardeşleriyle bağını koparmış ve onlardan yalnızca Batı üzerinden haber almış bir milletin hikâyesi. Bu yüzden tek yalan bilgi, tek fotoğraf yetiyor kardeşlerimizden nefret etmemize. Önümüze düşen bir fotoğraf karesiyle kardeş dediğimiz bütün bir coğrafyayı kötüleyebiliyoruz. Üstelik bunu, bize ait olmayan cümlelerle yapıyoruz. Çünkü nefret bize ait değil. Oysa biz de farklı manipülasyonlarla başkalarının nefreti hâline getirildiğimizden bihaberiz. Arap coğrafyasının, Afrika’nın ve Asya’nın Türklere dair tek kaynağı yine Batı medyası. Onlar da bize Batı’nın gözleriyle bakıyor. Bu noktada ikinci soru geliyor akıllara: Bu duvarları nasıl yıkabiliriz?

İnsan kelimesinin kökenine dair rivayetlerden biri de ünsiyetten (üns) geldiğidir. Yani insan, alışandır. Ötekine alışan, onunla arasındaki duvarları kaldırabilendir. Bu duvarların kaldırılması kolay değil elbet ama belki de bütün mesele kapıyı aralamaktan geçiyordur. İslâm bu kapıyı aralamak için de bize selamı vermiştir. Selam, İslâm’la aynı kökten. Barış, güvenlik, selamette olmak gibi anlamları var. Selam veren ve alan bilir ki artık güvendedir ve karşısındaki öteki değildir. Kardeşliği yeniden inşa etmenin, ön yargılardan kurtulmanın yolu aslında tek bir selamdan geçiyor.

Uzun süredir bizimle yaşayan kardeşlerimiz var. Onlarla komşuyuz, ticaret yapıyoruz, aynı okullara gidiyor, aynı araçlarda yolculuk ediyoruz. Yarın birine selam verin, o an fark edeceksiniz kardeşlik kapılarının yeniden aralandığını. Yan yana yaşamak, birbirimizden haberdar olmak bizi kardeş kılmaya yetmiyor. Beslendiğimiz kaynaklar değişmedikçe ve en önemlisi selam vermedikçe bu kapıyı aralayamayacağız.

Erhan İdiz