logo
Dursun Çiçek: Tabiatın Doğasını Bozduk

Dursun Çiçek: Tabiatın Doğasını Bozduk

“Boyun eğdirdiğimiz tabiata hâkim oluyoruz” cümlesiyle başladı belki de her şey. İnsan tabiata hükmederek onu tanımlamaya başladı. Artık ne dağın dili vardı, ne de rüzgârın. Ne turnalar selam getiriyordu yârdan, ne de çiğdem salınıyordu bahara. Mekanik ve matematik bir bakış açısıyla tabiat bir makineye dönüştürüldü. Hatta Tanrı bile. Tanrı’dan kurtularak ve tabiata hükmederek “özgürleştiğini” zanneden insan, kendini mahkûm ettiğinin farkında değildi.

Tabiat, dağlar, tarlalar artık arkeolojinin, fiziğin, matematiğin, iktisadın konusu haline gelirken, insan tabiata karşı kendini savaşçı olarak konumlandırıyordu. Bu bağlamda da ne cennet hikâyeleri, ne geçmişten gelen menkıbe ve masallar ne de onlardan bize tevarüs eden türküler anlamını bulabiliyordu yeni dünyada.

Bir sepetin içine üç elma koyup birini dişlemenin bir anlamı yoktu artık. Ya da dağlar ile taşlar ile çağrılmıyordu Mevla. Sabahın seherinde esen rüzgâr türkü söylemiyor, mehtaplı geceler zikretmiyordu hiçbir sevdayı. Yüce dağları kaplayan duman gurbetten kara haber getirmediği gibi, yârdan selam da getirmiyordu. Çimenler üstünde su kabarcıkları birinin gözyaşları değil, bir tabiat olayının doğal sonucuydu. Çünkü dağlar yükseltiydi artık, kaya ve taştı. Maden yataklarıydı sadece. İktisadın, jeolojinin, coğrafyanın konusuydu; şiirin, edebiyatın, felsefenin, tasavvufun değil.

Sonra mekanik insan ve mekanik tabiat, sadece kendi varlığını ve varlığı değil, hayatı ve her şeyi dijitalleştirdi, imajlaştırdı. İnsan o kadar hızlı gitti ki ruhundan hatta gölgesinden sıyrıldı. Nefesini terk etmekti bu. Ne dağlara bakarak türkü söyleyen ozan kaldı, ne de dağlara çıkarak şiir yazan şair. Fotoğrafçı için dağ artık sadece bir görüntü idi. Ressam için kendi “yaratıcılığını” ispatlayacak basit ve ilkel bir araç!

Böyle bir hayata uyanıyor artık insan; hiçbir şeye bakamıyor ve hiçbir şeyi göremiyor. Bakabileceği ve görebileceği hiçbir şey yok çünkü. Sadece kendine var denileni var biliyor, gösterileni görüyor. Zihnindeki düzleşme gönlünü yok ederken, gözünü kör ettiğinin farkında bile değil. Modern dünyada bakamaz ve göremezsiniz. Neyi göreceğinizi belirleyen nasıl bakacağınızı da tanımlar. Bu hengâmede görmek ile körmek birbirine karıştı.

Sosyalleşme denilen şey, evinin köşesine çekilip Twitter, İnstagram veya Facebook’ta ilişkiler geliştirmekten ibaret... Tabiat; odasının köşesindeki akvaryum veya pencerenin önündeki saksı çiçekleri… Plastik çiçekler namzet, saksı çiçeklerinin yerine. Geçmiş nostaljinin mevzuu, gelecek romantizmin.

Modern insan imajlı ama gölgesiz. Bugün gölge imajdan ve var olandan daha gerçek. Yiğitlerin dalı gölgesi olur, modern insanın ise imajı. İmajların gerçeğinden daha “anlamlı” olduğu bir çağda yaşıyoruz. Gerçek dediklerimiz, gördüklerimizi sandıklarımız o kadar yok ki. Görmediklerimiz, göremediklerimiz ve yok sandıklarımız o kadar var ki. Zuhurunun şiddetinden gaip olanı yok sayarak, imajının şiddetinden dolayı “var” olanı var sayıyoruz. Var ve yok, görünen ve görüntü, bilinen ve bilinmeyen yer değiştiriyor. Sadece gözümüzü değil, dilimizi, hafızamızı da kaybediyoruz.

Bu bağlamda dağlara gitmeden, şehirdeki imajından kurtulmadan, gözlerini kapatmadan, ayağı ve yüreği gerçekten bir toprak parçasına değmeden, dağ pınarlarında yüzünü yıkamadan, bir kuş sesini, bir rüzgâr türküsünü dinlemeden göremiyor insan gölgesini. Çünkü şehirde gölgesi yoktur insanın. Gölgeniz ya bir metal yığının altında ya bir beton parçasının belli belirsiz yüzündedir. Oysa dağlarda gölgeniz sizden daha vardır, daha somuttur, ruhunuz gibi... Dağları bilmeyen ne ruhunu bilir ne gönlünü fark edebilir. Dağlarda dağlanmadan dağlaşamaz insan. Çünkü dağ ilahi teklife muhatap… Dağ insanın içinde, insan dağın içinde… İçinde bir dağı saklayan, ancak dağa sığınabilir ve dağlara saklanabilir. Vücut iklimini bilmeyen, iki vücut bir tek gönül olmayan ne yaşamıştır, ne yaşıyor ne de yaşar.

Topraktan gelen insan, topraktan koparıldığında kimliğini kaybeder. Tabiatın bizatihi kendisi ve özellikle de dağlar, insanın kendisi olabildiği mekânlar. Dağların insandan önce teklife muhatap olması yüceliğiyle ve dağın insan yanıyla ilgili. Peygamberlerin, velilerin, filozofların, bilgelerin dağlara çekilmesi tesadüf olmasa gerek. Biliyoruz ki; Nur dağında dağlanan, mekânın putlarını kırdı. Sevr dağında dağlanan, insanın gönlündeki putları yıktı. Tur dağında dağlanan, zamanın putlarını kırdı. Dağlar sadece özgürlük değil, aynı zamanda hakikate en yalın ve en yakın olduğumuz yerler. Şehir, yeni mekân, yeni insan; hep dağlardan kuruldu. Sırdır dağlar. İnsanın sırrını saklar. Hakikatin sırrını açar isteyene. Zamana ve mekâna nasıl bakılacağını öğretir. Ten gözünü aşan ve can gözü ile bakan için dağlar, insan ruhunun tecellisi. Gönlündeki dağı gören görür, bilen bilir.

Dağ böyle de bulut farklı mı? Gök kubbe, toprak ana, bir yalnız ağaç, bir orman, suya hasret yanan çöl de böyle değil mi?

Öyleyse insan, kendi kimliğini kaybetmekle, tabiatın dilini anlamamak arasındaki birincil ilişkiyi çözmek zorunda. Rönesans’ın tabiat üzerinden yaptığı dil inkılabını hâlâ anlayamadı modern ve muhafazakâr insan. Önce zihninin sonra da tabiatın dilini yitirmekle başladı kendi dilini ve kimliğini kaybetmeye. Onun varoluşsal olarak tabiatla olan yakınlığı tek yanlı olarak bozuldu. Tabiatı hüsn-i muhafaza ile memur insan, birdenbire tabiatı çirkin görerek onu güzelleştirmeye kalkarak kendini çirkinleştirdi. Tabiatla ilgili her dokunuş aslında kendini tahrip etmekti.

Rönesans’ın sloganı haline gelen Francis Bacon’un “boyun eğdirdiğimiz tabiata hâkim oluyoruz” cümlesi yeni insanın ve yeni tabiatın habercisiydi. Artık tabiat canlı değil, sayısal bir şeydi. Ona istediğimizi yapma ve onu istediğimiz gibi istismar etme hakkını kendimizde görmeye başladık. Oysaki o da bizim gibi bir tecelliydi ve biz ona boyun eğdirerek kendimize başkaldırıyorduk.

Nitekim insan, aşkın olanla bağlamını tabiat üzerinden yitirdi. Âlemin gözbebeği olan insan âleme göz koydu ve onun temsil gücünü, iz ve gösterge bağlamını bertaraf ederek, kendi gözlerini kör etti. Görememesi bundan… Cansız olarak kabul edilen tabiata yeni insan; “yeni bir can”, yeni bir soluk, yeni bir nefes vermeye çabaladı. Bu çabalama hâlâ devam ediyor. Ancak ortada bir candan söz edebilmek mümkün değil. Çünkü insanın sadece gölgesi değil, nefesi de yok. Sadece modern tabiat değil, modern insan da cansız…

İnsanın kadrajda olmadığı bir tabiat fotoğrafı çektiğimde bazılarının “keşke bir canlı unsuru da olsaymış” demelerindeki boşluğu hüzünle her zaman düşünmüşümdür. Rönesans’la başlayan zihin biçiminin galibiyetidir bu bir bakıma. Oysaki tabiat zaten başlı başına tıpkı insan gibi, tıpkı gökyüzünde uçan kuşlar gibi canlı değil mi? Bozkırda dağ başındaki ahlat ağacı, derede akan su, yapraklarda şakıyan rüzgâr can sesi, can nefesi değil mi?

Rahmetli dedem ağaçlarla konuşurken onun delirdiğini düşünürdüm. Nenemin sardunyaları en güzel şiirleri, türküleri dinlerdi. Sarı öküz çeşmeden gelirken annemin dert ortağıydı. Dayım kuzulara söylerdi sevdasını. Emmim Kartalkayalıkları’na saklardı sırrını. Yollar bilirdi türkülerin, bozlakların en yakıcı olanını. Gurbet gönülde bir dağ idi. Neşet Ertaş’ın gönül dağını bilmeyen bilir miydi, Tur’u, Nur’u…

Oysa tabiat her an bir oluş içindedir. Bir var, bir yok. Ölüm ve hayat iç içe. Varlık ve yokluk aynı eksende. Tıpkı insan gibi…Tabiat ile insan arasında özsel yani fıtri bir aynılık vardır. Onun için tabiatta gördüğümüz bir huzur, bir kaos, bir kasvet bize yabancı gelmez. Çünkü aynı şeyi biz de iç dünyamızda yaşarız. Bu anlamda tabiata baktığımızda gördüğümüz biraz da kendi yanımızdır.

Tabiatın iz ve göstergeleri ve dili en az insan kadar önemli ve değerlidir. Mühim olan bunu görebilmek, duyabilmek ve anlayabilmektir. Modernitenin bütün tahribatına rağmen, tabiat huzuru, güzelliği, gizemi, kasveti ve mistikliğiyle bizi etkilemeye devam ediyor. Belki bizim tabiata söyleyecek çok fazla bir şeyimiz kalmadı sanallaşan duygularımızda ve dünyamızda. Ancak bulutların, dağların, suyun, ağaçların, hâlâ toprağa ulaşmak için çırpınan dalgaların ve nehirlerin bize söyleyecekleri çok şey var. Mesele bunu görmek ve hissetmekte. Ancak bunun için görüntü kentlerden, imajlar dünyasından, gösteri toplumundan dışarı çıkmamız gerekiyor. Öyleyse insanın kendisine nefesi kimin üflediğini anlamasıyla başlamalı. Nefesin neyse sen osun. Nefesi fark etmeden ruhunun, kalbinin, gönlünün ve zihninin ne olduğunu nerden bileceksin? Bakmak, görmek, anlamak, bilmek bir nefesin tecelli ve tezahürleri olarak telakki edildiğinde ancak bakılabilir, görülebilir, anlaşılabilir ve bilinebilir her şey. Sadece tabiat mı? İnsan bile… 

Dursun Çiçek