logo
Dilara Ayşe Akdeniz: Deliliğin dağlarında bir varlık çobanı: Hölderlin

Dilara Ayşe Akdeniz: Deliliğin dağlarında bir varlık çobanı: Hölderlin

Deliliğin dağlarında bir varlık çobanı: Hölderlin

İnsan hayal ederken bir tanrıdır, düşünürken ise bir dilenci.

 

Şule Gürbüz, Öyle miymiş? adlı kitabında Hölderlin’e şu soruyu sorar: “Hölderlin, hangi taş ezdi seni, tadın böyle güzelleşmiş?” Bazen bir insan acı ile incelir, sarp kayalıkları aşarken güçlenir kalbi ve dağ doruklarının yalnızlığında kendine ait bir varlık biçimi inşa eder. Bir taşın altında direnirken güzelleşir tadı, kalbinin inceliği uçsuz bucaksız çölleri aştıktan sonra ulaşılmış bir vaha serinliği verir. Hölderlin, yani tam adıyla Johann Christian Friedrich Hölderlin, 1770 yılında Almanya’nın Neckar Irmağı kıyısındaki bir manastır köyü olan Lauffen’da doğar. Irmaklardan ve Alp dağlarının eteklerinden yapılma bir tabiat şenliğidir burası ve şüphesiz ki Hölderlin’in gümüşsü çocukluğuna bir şerh de bu ırmak düşmüştür.

Hölderlin iki yaşındayken bir manastır müdürü olan babası kalp krizi nedeniyle vefat eder. Bundan iki sene sonra annesi, zengin bir şarap tüccarı ile evlenir. Beş yıl devam eden bu evlilik, ikinci eş olan Christian Gok’un ölümü ile sonlanır. Ve dokuz yaşındaki Hölderlin için baba imgesi ikinci kez ölümün siyah yaldızına bulanır. Ve bu andan sonra Hölderlin ninesinden, annesinden ve kardeşlerinden ibaret bu evde, kadınca bir rayiha ile kuşatılmış olarak büyür. Edip Cansever, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın evini tarif ederken “Zaten kedilerden yapılma yumuşak bir evdi.” tabirini kullanıyor. Biz de Hölderlin’in onu her daim gözeten kadınlarla kuşatılmış evini pekâlâ “Kadınlardan yapılma yumuşak bir evdi.” diye tarif edebiliriz. Bu yumuşak iklim, Hölderlin’in Denkendorf Manastır Okulu’na, ardından Maulbronn Manastırı’na gitmesiyle otoritenin gürleyen sesinin hışmına uğrar. Akabinde gittiği Tübingen Vakıf Okulu’nda geçirdiği süreyi de sayarsak on yılını kurumsal bir eğitim sürecine rehin verir. Hölderlin gibi hassas ve coşkulu bir mizaç için tabiatın sinesinden, ninesinin eteğinin dibinden ve annesinin daima koruyan ve gözeten ellerinden ayrılmak cennetten bir kez daha kovulmak gibidir. Sonraki yıllarda çocukluk üzerine yazdığı şeylerden anlaşılacağı üzere çocukluk ve ana yurt, onun için bir sığınak olma vazifesini daima korur. Şöyle yazar Hyperion adlı mektup romanında Hölderlin: “Ah! Keşke okullarınıza hiç gitmemiş olsaydım. Benim derinliklerine birlikte indiğim ve gençlik deliliği içinde saf sevincimin onaylanmasını beklediğim bilim, işte o, her şeyimi mahvetti.” Bu öyle derin bir ah nidası içerir ki! Bu cümle ile hepimiz o kayıp çocukluğumuzun yasını tutarız. Çocukluğun büyülü ikliminden sürülmenin yasını bir ömür tutar Hölderlin. Manastır sürecinden sonra on sekiz yaşında Tübingen Vakıf Okulu’na kaydolur. Hegel ve Schelling ile arkadaşlığı da bu okulda başlar. Burada şairler cemiyetine katılır ve karşılıklı olarak birbirlerine şiirlerini okurlar. Hassas ve içe dönük mizacı dolayısıyla kendini tecrit etmiş bir Hölderlin tahayyül etsek de bazı arkadaşlarının tanıklık ettiğine göre oldukça neşeli ve enerjik bir tarafı da var. Onun şiirlerinde parıldayan tanrısal ışık tam da bu yaratılışsal zıtlıktan kaynaklanır. Bir ruhun içinde yerin ve göğün çarpışmasıyla devinir onun şiiri.

İnsan ilişkilerinde çabuk alınan bir yanı vardır şairin, Zweig’ın alıntıladığı şekilde söylersek “Bir söz, öylesine söylenmiş hafif bir söz onu incitebilirdi.” Bu sözler Knut Hamsun’un Açlık romanındaki şu sözleri hatırlatıyor: “Bir insan hassas diye illaki deli olacak diye bir şey yok. Önemsiz şeylerle yaşayan ve sert bir söz yüzünden ölebilecek insanlar var.” Ve yine Stendhal’ın “Başkalarının kılına bile dokunmayan, yürekten yaralar beni.” sözlerindeki gibi yaralanır dünyanın rüzgârında Hölderlin. Onun hassas ve romantik kalbi için çocukluktan sonra yaşamak zorunda kaldığı dünya bir tercih değil, bir “fırlatılmışlık” üzerinedir. Kendi deyişiyle insanların sözlerini anlamadan, tanrıların kucağında büyümüştür o. Tanrılar bir imge olarak şiirlerinde daima yer alır. Bir inançtan ziyade dünyayı algılama biçimidir bu “tanrılar.” Hölderlin’in tarihi ve tabiatı hayret duygusunu yitirmeden anlamasının bir yoludur. Bu sayede doğa ve yaratılış ile iletişimi daima teyakkuzda ve zindedir. Tanrılar onun öteki ile bir olma biçimi, parçada bütüne erme vasıtasıdır. Salt aklın tahrip ve talan ettiği bahçeleri tekrar inşa etmenin bir yoludur. Dönemin romantiklerinde mitolojiye duyulan açlık, aklın tahrip etmediği bu dünyaya duyulan özlemden kaynaklanır. Novalis’in dediği gibi “Tanrılarla insanların kutladığı, sonsuzca görkemli bir bayramdı yaşam; o zamanlar şarabın tadı daha güzeldi, çünkü bir Tanrı vardı üzümde.” Onun şiirinde Tanrılar işte tam da bu amaçla baş gösterir, şarabın sırrına ermek için. Nicolai Hartmann, Hölderlin’in doğa tutkusunu şöyle anlatır: “Onun için doğa, salt verili bir dış dünya olmaktan daha fazlasıdır; doğa Hölderlin’in yaşadığı, soluk alıp verdiği unsurdur, kendi içinde canlıdır; insanı sever ve sırtlar, onu baştanbaşa kuşatır.”

Hölderlin, oldukça yakışıklı bir adamdır, keman ve flüt çalmak konusunda oldukça meziyetlidir. Hölderlin’in bu yaratılışsal coşkusu ve güzelliği dolayısıyla olacak Tübingen Vakfı’nda düşünceli şekilde yürüyerek geçip gittiğinde arkadaşları sanki Apollon geçiyor sanırlar. Belki de Apollon’un ruhundan sızıp gelen bu Grek ruhu Hölderlin’in Antik Yunan’a duyduğu o yoğun ilgiyi açıklar. Hölderlin de romantizm akımının diğer temsilcileri gibi Antik Yunan’a karşı hayranlık besler. Yazdığı her şey bu Grek ruhu ile beslenip yeşerir. Annesinin papaz olması konusundaki yoğun ısrarına karşın bu teklifi reddeder, bu süreçte nişanlısı ile de ayrılır. Tabiri caizse onu ehlileşmiş bir yaşama bağlayacak her ipi koparır. Onu deliliğin ve azizliğin koylarına sürükleyen de her türlü aidiyeti reddeden de bu göksel özgürlük arzusudur. Devrin otoritesi sayılacak Schiller ve Goethe gibi yazarlar ise tam aksine kanatlarının tüm gücüne rağmen, yeryüzünde ayakları sağlamca yere basacak şekilde yürümeye özen gösterirler. İtidalli davranırlar. Onlar danışmanlık, başdanışmanlık gibi saray görevleri ile bürokrasi dişlileri arasında yer alırken Hölderlin, onu yeryüzüne bağlayan her zemini reddedecektir. Zweig, Hölderlin şiiri için “Her şeyden önce bir yoğunluk problemi” der. Zira kutsal kitaplara özgü, duru ve göksel kelimelerle kurulmuş şiirine güç veren yeryüzünden feragat ederek arıttığı yoğunlaştırılmış göksel dilidir. Sanat ve edebiyat başkaları için yaşamın bir biçimi iken Hölderlin için yaşamın ta kendisidir. Vahye yakındır onun şiiri. Vecd hâlinde tanrılar ülkesinden haber getirir. Ozan bir tanrı elçisi gibi yalnızca hakikati terennüm eder. Şiiri asla toprakla kirlenmemiştir. İtidal sahibi değildir, hayatını kimilerine göre heba etmiştir. Oysa onun kendini heba edişiyle şiiri alev alır, ışık saçar ve ölümlülerin dünyasına ulaşır. Hölderlin kendini heba ederek kendini yaratır. Zweig’ın sözleriyle “Tanrılar onun hiçbir şeyi tamamlamasına izin vermezler. Ama ona kendini tamamlatırlar.” İnsanın kendini tamamlaması yegâne varlık amacı değil midir? Kendine olan şahitliğini layıkıyla yerine getirmiştir Hölderlin. Yazdığı yarım kalan bir taslakta şöyle der: “Mülklerin en tehlikelisi dil bunun için verildi insana... Kendisinin ne olduğuna tanıklık edebilsin diye.” Bu sözler pek çok farklı meali olan şu ayeti getiriyor aklımıza: “Belil insânu alâ nefsihî basîratun.” (Artık insan, kendi kendinin şahididir.) Bir başka ve benim sevdiğim çevirisi ile “Gerçek şu ki insan, öz benliği üzerine yönelmiş keskin ve derin bir bakıştır.” Yine aynı hakikati aydınlatırcasına Heidegger de Hölderlin üzerine yazdığı “Beş Kılavuz Söz” incelemesinde şöyle yazar: “Kimdir insan? Ne olduğuna tanıklık etmesi gerekendir.”

Hölderlin, yaratılış gayesini yerine getirmesini engelleyecek her şeyden feragat ederek bu tanıklığı kusursuzca yerine getirir. Nişanlısından feragat eder, yıllarca bir yük gibi yaslanarak yaşadığı ailesinin övgüsüne mazhar olmak yerine papaz olmayı reddeder. Schiller’in aracılığıyla girdiği özel eğitmenlik işini de çeşitli sebeplerle bırakır ve yine bir başka dostu vasıtasıyla Frankfurtlu bir bankerin oğluna eğitmen olur. Ve Hölderlin’in hayatına kadınlığın yumuşak elleri bir kez daha temas eder. Çocuklarına eğitmenlik yapacağı bankerin eşi olan Susette Gontard, dört çocuk annesi bir kadındır. Sert ve sinirli mizaçlı eşinin aksine ince ruhlu, sanata ve edebiyata düşkün, soylu bir kadındır. Üstelik uzun siyah saçları, kara gözleri ve düzgün burnuyla bir Grek güzelidir âdeta. Hölderlin bunu fark ettiğinde mest olur ve hayran hayran dostu Hegel’e sorar: “Bir Grek değil mi?” Banker eşin sık sık seyahate çıkması sayesinde uzun ve koyu sohbetler eder Susette ile Hölderlin. Hölderlin âşık olduğu bu kadına şiirler yazar, Diotima adıyla seslenir ona. Platon’un Şölen’inde Sokrates’in hayran olduğu bir sevgi rahibesinin adıdır Diotima. Ve Susette “bir Grek Madonna’sı” olarak Hölderlin’in şiirlerinde Diotima adıyla ışıldar. Hölderlin’in hayatında Diotima adıyla çiçekli bir uçurum açılır üç sene boyunca. Çiçeklidir, çünkü kalbi kutsal ve güzel bir hayatla doludur Diotima’yı tanıdığından beri. Uçurumdur, çünkü banker eşin bu ilişkiyi öğrenmesi ile sona erer bu süreç ve Hölderlin’in deliliğe yürüdüğü yol bu uçurumla hızlanır.

Hölderlin bu süreçte Hyperion isimli bir mektup roman yazar. Hyperion, Yunanca “yukarıda yürüyen” anlamına gelir. Kendini daima tanrıların kollarında, göklerde hayal eden Hölderlin’in romanın başkahramanı Hyperion ile benzerlikler taşıdığı aşikârdır. Hölderlin’in şiirlerine nazaran daha anlaşılır bir metindir Hyperion. Hiç gitmediği Yunan topraklarındaki bir münzeviyi anlatır. Yedi yıl sürer Hyperion’un yazılış süreci. Ardından presokratik filozof Empedokles’in kendini Etna Yanardağı’na atarak öldürmesini anlatan “Empedokles’in Ölümü” tragedyasını yazsa da bunun basılı hâlini görememiştir Hölderlin. Çevirileri, felsefi yazıları ve şiirleri ile üretme ve anlatma macerası devam eder. İşsizlik ve edebî çevrelerde istediği yankıyı bulamaması sebebiyle giderek içine kapanır ve başladığı yere, annesinin yanına döner. Tekrar özel eğitmenlik için çeşitli yollara başvurmuşsa da Diotima’sının ölüm haberi ile sinirlilik, öfke taşkınlığı gibi krizler baş gösterir ve geri dönülemez bir yıkılış süreci başlar onun için. Ve bu süreçten sonra Hölderlin Scardanelli’ye evrilir. Hölderlin delilik sürecinde kendini böyle tanımlar, Scardanelli. Hatta öyle ki bu süreçte kendisine Hölderlin adıyla seslenen biri olursa öfkelenir. Hölderlin’in göksel ve büyülü dünyası deliliğin karanlığı ile lekelenir. Neden uçlarda ve uçurumlarda korkusuzca gezinen pek çok ruhun hazin sonu deliliğin dağlarında son bulur? Bunu asla bilemesek de Hölderlin’in bir mektubunda kurduğu şu cümle belki de bir cevaptır: “Tanrılar kimi severlerse büyük sevinç, büyük keder olacaktır nasibi.” İnsan bazen yazdıklarıyla çağırır yazgısını ya da yazgısı olduğu için onu yazmaktan başka bir şey gelmez elinden. İşte Hölderlin, Hyperion romanında seslenirken belki de içinde boğulacağı nehrin sularını böyle çağırdı: “Derin olmayan, sınırlı bir zihinle yaşamak ve mutlu olmak çok çok rahattır. Bunu sizlere bağışlasınlar.” Kendisi ise yalnızca göğün göz alan ışığını arzular. Kör olmak pahasına. Heidegger onu deliliğe sürükleyen şeyin bu olduğunu, “Aşırı parlaklık karanlığa sürmüştür ozanı.” diyerek ifade eder. Hölderlin’in ruhunda, onun Oidipus için yazdığı gibi, gereğinden fazla bir göz vardır belki de. Bu göz, bize göksel ezgilerle kurulmuş bir hayat ve şiir bırakırken Hölderlin’i karanlığa mahkûm eder. Karanlık dediğimiz şey yalnızca onun görebildiği bir ışıktır, kim bilir. Hölderlin, şizofreni teşhisi ile Tübingen’deki bir kliniğe yatırılmışsa da asla iyileşmeyeceği anlaşılınca klinikten gönderilir ve kendisine üç yıl ömür biçilir. Bu süreçte ona ailesi yahut dostları değil, daha evvel hiç tanımadığı bir isim sahip çıkar. Ernst Zimmer isimli bu marangoz, Hyperion romanını okumuştur ve hayran kalmıştır. Klinikte yatan Hölderlin’e böylesine görkemli bir ruhun yok olacağı endişesi ile üzülür ve hayranlık beslediği bu adama evini açar. 36 sene boyunca, öldüğü yıl olan 1843 yılına dek bu marangozun himayesi ile yaşar Hölderlin. Marangozun evi Tübingen şehrinde, Neckar Irmağı kıyısında, yeşillikler içinde, kuleyi andıran sarı bir evdir. Evin ilk katında bir oda verilir Hölderlin’e. 36 senelik kule hayatı boyunca zaman zaman kitaplarını okuyanlar ziyarete gelir onu. Bu süreçte burası “Hölderlinturm” olarak anılmaya başlar ve halen de müze olarak bu isimle açıktır. Kule dönemi boyunca sadık ziyaretçileri olsa da eski dostları pek görünmez ortalıkta. Tübingen Vakfı’nda oda arkadaşı olan Hegel, yaşadığı süreçte üne kavuşmuş ve takdir görmüşse de Hölderlin, Nietzsche onu keşfedene dek hak ettiği ilgiyi görmez. Nietzsche “en sevdiğim şair” der Hölderlin için. Hölderlin nasıl ki Diyonizos ile İsa’yı birleştirmeye çalışmışsa Nietzsche de benzer bir çabaya girer. Nasıl ki yazdıklarımızla yazgımızı çağırıyorsak sevdiğimiz ruhlarla da çağırırız yazgımızı. Nietzsche’nin ömrü de belki bu yüzden çok sevdiği Hölderlin gibi delilikle nihayete erer. Daha sonra Stefan George, Rilke, Hermann Hesse gibi pek çok isim Hölderlin’den etkilenir ve hakkında pek çok inceleme kaleme alınır. Hölderlin hayranı olan en büyük isimlerden biri de şüphesiz ki Heidegger’dir. Öyle ki Yunanistan yolculuğunda Hölderlin şiirlerini alır yanına Heidegger. Onun için “ozanın ozanı” der. İtibarı ve şöhreti değil, yalnızca gerçeği, göksel olanı ve bunun verdiği tanrısallığı arzulayan soylu ruhlar için itibar, kimi zaman çok geç gelir. İtibar için kuralına göre oynamak gerekir. Mutedil davranmak, halkın talebini daima göz önünde bulundurmak, sahte bir sarhoşlukla kendini izleyen gözleri gözetlemek, alkış için taraf tutmak, kendini tamamlamayı değil, kendini göstermeyi gözetmek, zamanın sınırlarını çok zorlamamak gerekir. Oysa kural nedir, oyun nedir bilmeyen, zamanı aşan ruhlar zamansız bir şöhretle, kuralı aşan kesin bir tasdik ile kutsanırlar. Ödüllendirilmezler asla, yalnızca kutsanırlar. Hölderlin zamanı aşan bir ozan olarak, Hegel’e ilham veren bir filozof olarak, doğa tutkunu bir münzevi olarak yıllar sonra hak ettiği yere kavuşur. Hölderlin, 7 Haziran 1843’te vefat eder ve Safranski şöyle anlatır onun cenazesini: “Eski dost ve arkadaşlarından, hocalardan hiç kimse yoktu. Fakat cenazesini yüz öğrenci taşıyordu. Hölderlin’in istikbâli başlamıştı artık.”

Ve insan bazen kendini yüz binlerin elinde değil, yüz kişinin sırtında tamamlar. Hölderlin kendini tamamlamış bir ozandır, deliliğin dağlarında bir varlık çobanıdır.

“Çoğu zaman uykudadır, asil tohum gibi / Kalbi ölümlülerin cansız kabukta. / vakitleri gelene kadar.”

Hölderlin

 

*Yazının başlığı H. P. Lovecraft’ın Deliliğin Dağları eserinden ve Heidegger’in “varlığın çobanı” kavramından ilhamla yazılmıştır.

 

Kullanılan Kaynaklar

Sarı, A. (2016) Kalplerin Yıldızlı Göğü Hölderlin. Konya: Çizgi Kitabevi.

Zweig, S. (2014) Kendileri ile Savaşanlar. Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Hölderlin, F. (2019) Seçme Şiirler. İstanbul: İz Yayıncılık.

Hartmann, N. (2021) Romantikler. Ankara: Fol Kitap

Çeviri Dergisi. Eylül 1979/1 Ankara: Kültür Bakanlığı.

Hölderlin, F.(2017) Hyperion. (G.Aytaç çev.) Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Gürbüz, Ş. (2016) Öyle miymiş? İstanbul: İletişim yayınları.

Safranski, Hölderlin, 2019-285. https://twitter.com/Kaan_H_Okten/status/1377487009032339456 sayfasından alındı.

Dilara Ayşe Akdeniz