logo
Bayram Bilge Tokel: Halk şiiri ve halk şairi neyimiz olur?

Bayram Bilge Tokel: Halk şiiri ve halk şairi neyimiz olur?

Ta­rih­i ve kül­tü­rel de­ğe­ri­ az çok herkesçe bilinmesine rağ­men Türk’ün, Türkçenin ve türkünün ana taşıyıcısı ve en güçlü kadim sesi olan “Türk halk şi­i­ri” genellikle ih­mal edil­miş ­bir şi­ir­dir. Bazı dönemlerde si­ya­sal ya da toplum­sal şartlar ve konjonktür gereği il­gi görse bile maalesef bu, hiçbir zaman sürekli ve istikrarlı olmamıştır. Bu olumsuz durum son yıllarda daha bir görünür hâle gelmiştir. Halk şiirine layık görülen bu ihmal ve ilgisizliğin çe­şit­li dö­nem­le­rde farklı se­bep­le­ri olmuştur ve bunlar her devirde çeşitli görüşler hâlinde ifade edilmiştir. Bunların ba­şın­da, geçmişi çok eskilere dayanan “dilinin kaba ve sanat değerinden yoksun” olduğu görüşüdür. Bu görüşü en “sanatkârane” üslupla ifade edenlerden biri, aslında kendisi de halk şiirinin en güçlü temsilcilerinden ve Karacaoğlan ile çağdaş bir isim olan Âşık Ömer’dir. Devrinin bütün şairlerini hizaya dizip “ayar verdiği” ünlü şiiri Şâirnâme’de Karacaoğlan ile ilgili şöyle der:

 

Ök­süz Âşık de­yiş­le­ri asel­dir

Ka­rac’oğ­lan ise es­ki me­sel­dir

Ez­gi­si çağ­rı­lır key­fe ke­sel­dir

Biz şa­ir say­ma­yız öy­le oza­nı

 

Âşık Ömer bu dörtlüğü, Karacaoğlan ve benzerlerini şair yerine koymadıkları için tezkirelerine almayan şuara tezkiresi yazarlarına göz kırpmak niyetiyle söylemiş olabilir mi? Bir ihtimal. Ama bütün bunlar Karacaoğlan’ın günümüzde bile hâlâ şiirlerinden en çok türkü havalandırılan/bestelenen büyük bir şair olduğu gerçeğini değiştirmez.

 

Sade, açık ve anlaşılır olmanın sırrı

Aslında Türk halk şi­i­ri­nin ilk ba­kış­ta anlaşılır bir Türkçe ile ra­hat ve sa­de bir söy­le­yi­şe sa­hip ol­ma­sı, onun ba­sit ve ko­lay ya­zı­la­bi­len bir şi­ir ol­du­ğu ka­na­a­ti­ni uyan­dı­rır genellikle. Oysa basitliğin değil, sadeliğin ve yalınlığın söz konusu olduğu bu şiirin en dikkate değer özelliği “kolay gibi görünen zor”u başarmasıdır. Bu da bir tür sehl-i mümteni örnekliğidir ki şiir sanatında her şairin erişemeyeceği bir merhaleyi işaret eder. An­cak unutulmamalı ki halk şairinin ra­hat ve ko­lay söy­lemesinin, daha doğrusu bizde bu duyguyu uyandırmasının gerisinde, Allah vergisi yeteneğin yanında yoksul ve çileli bir hayata tutunmak için verilen emek ile us­ta-çı­rak iliş­ki­si­ so­nucu kaza­nıl­mış arifane birikim yatmaktadır. Öte yandan bu şiirin gerçek ya­şan­tı­ya da­ya­lı, ço­ğun­luk­la ir­ti­ca­len, yani hissederek, yürekten ve anın heyecanıyla söy­len­miş olması da ayrıca değerlidir. Fakat unutulmamalı ki kendi hâlinde ve genellikle yoksulluk ve mahrumiyetlerle do­lu bir ha­yatın içinden gelen, bazıları oku­ma yaz­ma bile bil­me­yen çoğu halk şairinin ir­ti­ca­len söy­lediği şi­ir­le­rin­de­ki şa­şır­tı­cı kusursuzluğu ve gü­zel­liği izah etmek sanıldığı kadar kolay değildir. Bu ra­hat, ko­lay ve sa­de söy­le­yi­şin bir diğer nedeni de gücünü samimiyetten alan, geleneğin özünü oluşturan dolaysız ve doğrudan anlatma alışkanlığı olsa gerek. Samimi ve içten olmak, baş­ta şi­ir ve müzik ol­mak üze­re, bü­tün sa­nat­la­rın ama öncelikle halk sanatlarının temel özelliğidir.

Bütün bunlara rağmen, halk şi­i­ri­nin sayıca çok ve yay­gın ol­ma­sı dolayısıyla pek çok şiirde karşımıza çıkan bazı sıkıcı tek­rar­la­r ve ben­zer­lik­le­r, kimilerince halk şi­i­ri­nin sa­nat de­ğe­ri­ düşük ve birbirinin benzeri şiirler olduğu şek­lin­de yorumlanmakta. An­cak unu­tul­mamalı ki ay­nı şey daha fazlasıyla di­van şi­i­ri için de hatta günümüz modern şi­iri için de ge­çer­li­dir. Orada da birbirine çok benzeyen mazmunlar, tekrarlar, klişe ve kalıp ifadelerle sıkça karşılaşırız.

 

Halk şairi ve gelenek

Halk şa­i­ri­nin asıl gü­cü, dayandığı ge­le­neğin zaman ve mekândaki yaygınlığından, derinliğinden ve dinamizminden kay­nak­la­nır. Halk şairi, kendisi farkında olmasa bile, binlerce yıldır ya­şatıla­n ve kendisinin doğal olarak içine doğduğu bu güçlü ge­le­nekten beslenir. Sa­na­tı­nın ze­mi­nini ve or­ta­mı­nı oluş­tu­ran bu gelenek, millî kültürümüzün de çok önemli bir unsurudur.

Günümüzde bile bazı sosyal kesim ve toplum katmanlarında, genellikle de köy veya kırsal kesimlerde varlığını sürdüren, son derece canlı, büyük ölçüde yaşayan ve yaşanan bir gelenektir. Halk şa­i­ri­nin ken­di­si­ni için­de bulduğu bu ge­le­nek ve “geleneksel alan”la ilgili şair Mehmet Çetin’in tespitleri çok yerindedir: “Al­lah ve in­san aş­kı­nın; ya­ni ken­di­ni aş­ma­nın, rü­ya­nın, kıs­sa­nın (ya­ni hikâyenin, ma­sa­lın, ya­şan­mış ve ya­şa­na­bi­lir ola­nın), imanın ve ta­sav­vu­fun (ya­ni mis­tik ve me­ta­fi­zik âlemin) bü­tün aç­maz­la­rı ve so­run­la­rıy­la için­de ya­şa­dı­ğı so­mut ger­çek­li­ğin he­men ya­nı­ ba­şın­da, çok za­man sı­nır­la­rı bel­li ol­ma­yan şef­faf bir ara böl­ge hâ­lin­de dur­du­ğu bir alandır ve bu alan şi­i­re çok el­ve­riş­li­dir.”

Yunus Emre, Ka­ra­ca­oğ­lan, Pir Sul­tan, Hatayî, Âşık Ömer, Gev­he­rî, Nesimî, Niyazi Mısrî, Kul Himmet, Köroğlu, Da­da­loğ­lu, Seyrani, Emrah vb. gi­bi pek çok zir­ve isim böyle bir alanda isbat-ı vücut etmişlerdir fakat her şairin şiiri kendine özgüdür. Çünkü bu şiirlerde gördüğümüz çarpıcı bu­luş­lar, yeni mazmunlar, orijinal ifadeler, taze ka­fi­ye ve re­dif­ler, modern duyumlar, güçlü teşbih/ben­zet­me ve metaforlar her halk şairini diğerlerinden farklı ve kendine özgü kılar. Üstelik bütün bunların, tüm sadeliği ve etkileyiciliğiyle he­ce­nin sınırlı ala­nın­da gerçekleştirildiğini de unutmamak gerekir.

Nihayetinde her şa­ir şiirinde ken­di ya­şa­dı­ğı dö­ne­min di­li­ni, kül­tü­rü­nü, zevk ve estetik anlayışını, yer­le­şik değerle­ri­ni ve yar­gı­la­rı­nı yansıtır. Fakat bü­tün bu ge­nel ve kuşatıcı ya­pı­ için­den ken­di di­li­ni, şi­i­ri­ni, estetiğini ve felsefesini oluş­tur­du­ğu, yani kendine özgü bir sesi ve duruşu yakaladığı öl­çü­de benzerlerinden fark­lı­la­şarak öne çı­kar. Bu durum çok büyük ölçüde günümüz halk şairleri/halk ozanları için de geçerlidir. Bunlar arasında da çoğunun doğru dürüst bir eğitim almamış, mektep medrese görmemiş, hatta bazılarının okuma yazma bilmeyen insanlar olmasına rağmen halk ozanlığı/şairliği geleneğini büyük bir ustalıkla sürdürdüklerini görürüz. Hatta bu şairlerin bazılarının sözlü kültür ve irfanî geleneğe hâkim bilgi ve birikimleri, kelime hazineleri, dile hâkimiyetleri yönünden geçmişteki ustalarından pek de geri kalmadıkları, hatta çoğu zaman onları geçtikleri bile söylenebilir.

 

Sözlü geleneğin gücü

Günümüz insanının an­la­makta zorlanacağı öl­çü­de renk­li ve zengin bir di­li, üs­lu­bu, metodu olan bu sözlü gelenek; yaşayan, can­lı ve devamlı ha­re­ket hâlin­de­ bir kül­tür­dür. Ku­şak­tan ku­şa­ğa ak­ta­rılmak suretiyle hem korun­ur hem de aktaranın/an­la­tıcının ya­ra­tı­cı­lı­ğı öl­çü­sün­de ye­ni za­man­la­ra, mevcut top­lum­sal özel­lik­le­re uyarlana­rak ye­ni­lenir, zen­gin­le­şir.

Sözlü kültür, halk şairine farkında olmadan bu­gün­kü mo­dern zih­ni­ye­tin kav­ra­ya­mayacağı ölçüde, hatta eği­tim­li bir in­san­dan da­ha derin bir bil­gi, idrak, dik­kat ve üslup ka­zan­dı­rır. Bu, irfanî gelenekten beslenen arifane bir bilgi, sezgi ve kültürün sonucudur ki kitabi ve yazılı kültürün dışında ve üstünde, hatta onu aşan bir hâldir. Yani bu derinlikli birikim eski deyimle kesbî değil, vehbîdir. Mektep medrese görmemiş Yunus ile yedi yaşında gözlerini kaybeden Veysel’in şiirlerindeki anlam derinliğini, kelime, kavram, sembol ve imaj zenginliğini, düşünce berraklığını ve dil ustalığını başka türlü açıklamak mümkün değildir.

Bir başka nok­ta ­da halk şa­i­ri­nin üze­rin­de ya­şa­dı­ğı o geniş vatan coğ­raf­yası­nın ken­di­si­ne ka­zan­dır­dı­ğı duruş ve zihniyettir. Her ne ka­dar eski halk şa­ir­le­rimizin büyük çoğunluğu iyi bir eği­tim al­amamış ol­sa­lar da son tahlilde, bir im­pa­ra­tor­luk va­tan­da­şı­dırlar ve bu durum onlara de­ği­şik dinleri, ina­nış­la­rı, kültürleri, ha­yat tarz­la­rı­nı sadece görerek değil, aynı zamanda ya­şa­ya­rak ta­nı­ma imkânı sağ­lar. Özellikle geleneksel halk hikâyelerimizde karşımıza çıkan bu gezgin ozan/âşık tipi aslında ken­di­ni, ken­di ha­ki­ka­ti­ni, aşkını, yani “sev­gi­li”­yi bul­mak uğ­ru­na di­yar di­yar do­la­şan bir “garip”tir. Bu durum ona “in­sa­n”ı, in­san­lı­ğın bü­tün hâl­le­ri için­de ta­nı­ma imkânı sunan ge­niş bir ufuk ka­zan­dı­rır.

 

Tepelerin ve zirvelerin şairleri

Bir kültürün ya da bir medeniyetin şiiri, bir coğ­raf­ya par­ça­sı gi­bi­dir; irili ufaklı te­pe­le­ri, dağları ve zir­ve­le­riyle bir­lik­te bir bü­tün­dür. Bir ka­li­te aran­dı­ğın­da işe tepelerde gezenlerden değil, zir­velerde kanat çırpan isim­ler­den baş­la­nır. Türk halk şiiri geleneğinde bu anlamda sayısız zirve/isim vardır. Bu isimlerin arasında yaşadığımız çağın ve günümüzün bazı şairlerinin de yer aldığı rahatlıkla söylenebilir. Bunlardan ilk akla gelen birkaçını şöyle sıralayabiliriz. Âşık Veysel, Âşık Davut Sulari, Âşık Reyhani, Âşık Hüdâi, Sefil Selimi, N. Yıldırım Gençosmanoğlu, Abdurrahim Karakoç, Âşık Mahsuni, Ozan Arif, Rıfat Kurdoğlu, Neşet Ertaş vb. Başta Veysel olmak üzere bu halk ozanlarımızın ve halk şairlerimizin her biri tevarüs ettikleri geleneği tekrar ederek değil, onu yenileyerek devam ettirmişler, hatta her biri bu kadim geleneğe eklenen birer altın halka olmuştur. Zaten gelen/e/ek tekrar ve taklit edilerek değil, ekleyerek ve yenileyerek sürdürülür.

Bu söylediklerimizden habersiz, şiiri ve sanatı birtakım söz oyunlarından, gösteriş ritüellerinden, şekli ve formel unsurlardan, kısacası “tasannu”dan ibaret sananlara bu söylediklerimiz ters gelebilir. Bu konularda ehliyetli bir kalem olan merhum A. Talat Onay 1930’lu yıllarda yazdığı bir yazıda şöyle diyor: “Seleflerimiz (bizden öncekiler) aruz vezniyle yazılmış nazımları -vezin ve kafiyeden mürekkep şekillere, bu nazımların ifade ettikleri fikir ve hislere bakarak- birtakım ünvanlar altında tasnif etmişlerdir. Milletin kalbinden kopup gelen türkülerle halkın ruhundan hissi cereyanlar geçiren halk şairlerinin eserleri ise hece vezni, parmak hesabı, vezn-i benâni, hisâbü’l benân gibi istihfaf (alay) ifade eden isimler altında zikredilerek böyle bir tasnife uğratılmadığı gibi çok defalar aruz âlim ve şairlerinin hakaretlerine de uğramış ve yazarları kaba, cahil telakki edilmiştir.”

 

Herkes Nesîmi olamaz ama…

Böyle telakki edilmekten korkan halk şairlerinden biri de Kâmilî (18. yy) adlı şairdir. Esnaf Destanı adındaki uzun şiirinin bir dörtlüğünde, kendini divan şairlerine özenen biri yerine koyarak, benzer duruma düşenlerin acıklı hâllerini ironik bir üslupla şöyle anlatır:

Şâir ol­dum ev­vel din­le ya­la­nı

Vezn-ü mevzûn der­ler, bil­mem ben anı

Unut­tum bil­di­ğim Türk­çe li­sa­nı

Arabî, Farisî soh­bet eder­ken

 

Kâmilî gibi ana lisanını unutacak kadar Arabî-Farisî tekellüm etmeyi tek marifet sayan nice yetenekli şair, kendi dilinin ve kültürünün efendisi olmak dururken başka bir dilin ve kültürün taklitçisi olmayı tercih ederek, küçük bir iz bile bırakmadan kaybolmuşlardır. Çünkü hep birilerinin gölgesinde kaldıkları için kendi gölgeleri hiç olmamıştır. Elbette herkes Nesimî gibi:

Har içinde biten gonca güle minnet eylemem

Arabî Farisî bilmem dile minnet eylemem

 

diyebilecek kadar kendine güvenen bilinçli ve cesur bir şair olmayabilir belki ama sanatı mukallitlikle karıştıranların da her taklitçi gibi aslını yaşatmaktan gayri bir işe yaramayacakları açıktır. Fakat bu türden şairlerin halk şiiri geleneğinden gelen, özellikle şiirlerini sazıyla terennüm eden ozanlar/âşıklar arasından daha az çıktıkları rahatlıkla söylenebilir. Çünkü gelenek halk ozanını, halk âşığını çok saygın bir yere koyarak halk âşığını aynı zamanda Hak âşığı olarak görür. Sözü, Urfalıların dilinde ve gönlünde türküleşen, tüm zamanların en büyük halk şairi Yunus’un dörtlüğüyle bağlayalım:

Yar yüreğim yar gör ki neler var

Bu halk içinde bize güler var

Ko gülen gülsün, Hak bizim olsun

Gafil ne bilir, Hakk’ı sever var

Bayram Bilge Tokel