logo

Zeynep Merdan: Ruha tesir eden bir yazının peşindeyim

Zeynep Merdan: Ruha tesir eden bir yazının peşindeyim


SORULAR: NAHİDE NAGEHAN AKYOL




Merhaba, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Geçtiğimiz ay Muhit Kitap’tan çıkan kitabınız Kendilik Cesareti öncelikle hayırlı olsun. Düşünce ve yazıyla olan irtibatınızın bir kitap olarak somutlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu süreçten biraz bahseder misiniz?

 

Çok teşekkür ederim. Kitaplar da insanlar gibi vaktinde çıkıyorlar karşımıza. Ya da yıllarca başucumuzda, bilincimizin hazır olacağı zamana değin saklıyor kendini. Çünkü tıpkı onlar gibi vakti var bazı kitapları okumanın ve yazmanın. Vaktin gelişiyle açıklıyorum çoğu şeyi.

 

Lise yıllarımdan beri yazıyorum; defterler, okul dergileri, bloğum “Ruh Müzem” ve en son edebiyat dergileri… Kitaba giden yolları sırasıyla yürümüşüm sanırım. Fakat kitap çıkarmak eski yüzyıllardaki değerini taşımıyor artık. Çünkü yayımcılığın imkânları gün geçtikçe artsa da kalıcılık aynı şiddette azalıyor. Buna rağmen kitap çıkarma süreci tutkuyla devam ediyor çünkü tutkular da nesneleşmek istiyor. Osmanlı’dan beri devam eden bir edebiyat dergiciliği var Türk edebiyatında. Kitaba giden o süreçte dergilerin, edebiyat mahfillerinin büyük etkisi oluyor. Evet, müstakil bir varoluşun güzelliği var ama dallanıp budaklanmak için de kendini ait hissedeceği bir muhite ihtiyaç duyuyor insan. Bu noktada yazılarımın kâşifi İbrahim Tenekeci’yi ve yayımlandığı ilk mecra olan İtibar dergisini anmadan geçemem.

 

Kitabınızda okuma ve yazma sürecinize dair bazı tespitler, okuma ve yazmaya dair ipuçları, okuduğunuz kitaplardan ve izlediğiniz filmlerden alıntılar görüyoruz. Sizce bunu, örtük bir nasihatname veya zımni bir yazma atölyesi olarak değerlendirebilir miyiz?

 

Kendilik Cesareti, temelinde bir varoluş huzursuzluğu taşıyor. O olmak huzursuzluğu çok defa kendine kızmak şeklinde yansıyor. Oysa kendine kızmak, kendine nasihat etmektir aslında. Başkalarına dayatılan nasihatler ters etki yapıyor çünkü didaktik olanın etkisini kaybettiği bir zamanda yaşıyoruz. Kulaktan, kalpten hatta zihinden çok göze hitap eden bir zamandayız. Nasihatler, ikazlar devri eski önemini kaybetti. Artık işaretler zamanındayız. İşaret ediş en çok zihne düşen bir dikkatle kendini gösteriyor. Bu sebeple zihni tahrik eden, ruha tesir eden bir yazının peşindeyim ben.

 

Zımni bir yazma atölyesinden ziyade yazmak ve okumak üzerine bir düşünme daha doğru olur sanıyorum. Çünkü esasında yaptığım şeyler üzerine düşünme. Yazma gayem, fikri estetize etmek. Bu yüzden felsefeyi amaç ve yöntem, edebiyatı ise araç olarak kullanıyorum. Kendilik Cesareti için tezli bir kitap denemesi diyebilirim hatta. Kitabın sonunda tezimin bir pratiği de olsun diye kırk soruluk bir mülâkat var mesela.

 

Deneme yazarlığınız, yazılarınızı erken yaşta blog sitenizde yayınlayarak başlamış. Kitapta gerekçenizi “bedeli yaşamak israfı olan, pahalı bir ihtiras yahut düşlerin yazgıdan, olanın olmayandan intikamı” diyerek belirtiyorsunuz. O hâlde türler sizin için ne gibi anlamlar taşıyor?

 

Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk’ta Montaigne ve deneme üzerine ilginç tespitlerde bulunuyor: “Yazdıklarına son derece alçakgönüllü bir ad buldu: Deneme. Ama bu tevazuun ardında aslında pek de sınır tanımayan bir iddia, bir kibir yatıyordu.” Türler arasında denemenin daha özerk ve şahsi bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar etkilemek istediklerinde şiirselliği, inandırmak istediklerinde hikâyelendirmeyi, ikna etmek istediklerinde düşünceyi kullanıyorlar. Şiir okumayı müzik dinlemeye, öykü okumayı gezintiye çıkmaya, roman okumayı yolculuk etmeye, deneme okumayı ise sohbet etmeye benzetiyorum. Çünkü içler arası, iç sesler arası bir konuşmaya benziyor deneme.

 

Erken yaşta başlayan yazma serüveninizde o gün ve bugün sizi hâlâ yazmaya teşvik eden, umutlandıran, öfkelendiren şeyler var mı, varsa nelerdir?

 

Taşrada, kitaplığı olan bir evde doğan bir çocuk olarak kitaplarla kaçınılmaz bir bağ kurdum. Taşra hem mahrum eder hem müstakil bir varoluşun imkânını verir. Müstakil varoluşun güzelliği vardır. Kimseye yaslanmayan, kimselere gölge etmeyen ve kimsenin önünü kesmeden kendi başına varolmanın güzelliği... Kimsesiz yerlerde bir başına çiçeklenen ağaçlar gibi.

 

İlk yazım, 14 yaşında dostluk üzerine öyküleştirilmiş biçimde yazılmış kısa bir denemeydi. Sonra o cümleler mısralaştı ve en son denemede karar kıldı. Yazmak benim için en önce ontolojik bir ihtiyaç, varoluşsal bir yatkınlık. Hayatımın en zor dönemlerinde bile yazmak için teşvike ihtiyaç duymadım hiç. Çünkü kötücül hisler, acı deneyimler, yenilgiler bile keşfine varıldıktan sonra cümleye dönüşüyor kendiliğinden.

 

Kitabınızda ötekiyle barış içinde olmanın ön şartının kendiyle barışık kalmak olduğunu zikrediyorsunuz. Sizce kendini öteki karşıtlığı üzerinden tanımlayan her özne sorunlu mudur?

 

Evet. Çünkü insanın kendini tanımlama çabası kendiliğinden olduğunda güzelleşiyor. Yok ederek var olmak varoluşların en kötüsü. Başkaları ya da karşıtlık üzerinden kendini tanımlayan özne, yıkıcı bir varoluş ortaya koyuyor. Başkalarıyla savaşan özne, kimse kalmayınca kendiyle savaşmaya başlıyor. Bu yıkıcı gücü kendine yönlendirerek dönüştürenler de var: Stefan Zweig. O, Kendileriyle Savaşanlar kitabında Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’nin bitimsiz içsel mücadelelerinden bahsediyor mesela.

 

Üstteki soru ile irtibatlı olarak merak ettiğim diğer nokta şu: İnsan kendindeki sınır çizgisini nereye çekmelidir?

 

Oscar Wilde, “Tanımlamak, sınırlandırmaktır.” diyor. Tanımlamak, indirgemektir evet. Bu tespite dahi tanımlayarak yani sınırlayarak ulaşıyoruz, kendimizin sınırı da bu şekilde. Kendimizde derinleştikçe kendi sınırlarımızı keşfediyoruz. Kimsenin sınırını ihlâl etmeyecek ve kendi sınırını ihlâl ettirmeyecek kadar çekmeli.  Bu raddeye kadar dilediğince gezinebilir başkanın ülkesinde.

 

Kendilik Cesareti’nde yazılarınızı ve üslubunuzu besleyen seslerden sık sık bahsediyorsunuz. “Bazı metinlerdeyse ses yok, koku var sanki.” Sizin metinlerinizin kokusu nedir?

 

Ruhen, zihnen ve kalben ünsiyet kurduğumuz kişiler öylesine değil esasında. Her seçişle kendimizde bir parçayı ifşa ediyoruz aslında. Sevdiğim her yazar, kitap ve üsluplarda kendimden bir parça var. Oruç Aruoba’nın özgünlüğünü, Cioran’ın zarif karamsarlığını, Simone Weil’ın ruhsal aşkınlığını, Ali Şeriati’nin tetikleyiciliğini çok seviyorum mesela.

 

Bilge Karasu, “Benim dilim, çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.” diyor. Kokusunu bilemiyorum çünkü insan kendi kokusunu duyamaz, bunu okura sormak daha anlamlı olacak gibi. Ama adına “Ruhça” dediğim yazımın bir kılıç kesiği kadar derin ve bir rüzgâr gibi serin olmasını isterdim sanırım.

 

İnsanın iç sesini muhatap kılarak kendince cevaplayacağı sorular yöneltiyor Kendilik Cesareti. Aynı zamanda sakınılması gerektiğine dair bazı imalar ya da temkinli davranmaya dair bir çağrı var. Siz ne dersiniz?

 

İç sesle yazılan bir kitaptan başka türlüsü beklenmezdi herhalde. Ama içsel, kalbi hararetler çok defa taşkınlıkların ve ölçüsüzlüklerin nedeni oluyor. “Aklıselim” güzel bir ölçü bu noktada.  

 

Kitabın genelinde kendilik sürecinin cesaret mefhumuyla bağlantısı tartışılıyor. Size göre sanal dünyada gerçekleşen kendilikte cesaretten söz edebilir miyiz? Sanal dünyada tasarlanan kişiliklerin kendilikleri olduğunu düşünüyor musunuz?

 

Herkesin hemfikir olduğu bir çıkarımla sosyal medyada olduğumuz kişiden çok olmak istediğimiz kişiyi yansıtıyor daha çok. İdeal benlik algımızı yansıtmak için kullanışlı bir yer sosyal medya. Problem olan, oradaki ideal ben ile gerçekte olduğumuz ben arasındaki mesafe. Photoshoplu fotoğraflar gibi gerçeğimize benzemiyoruz çoğu zaman. Ki yalnız sosyal medyamızla değil her seçişle kendimizden bir parçayı ifşa ediyoruz. Bir yaşam, bir insan tercihi… His, fikir, duyuş, tavır biçimi. Düşünme, konuşma, yazma stili… İnsan her an kendini ifşa ediyor. Seçemedikleri, seçmek zorunda kaldıklarıyla bile.

 

Kendi adıma tarifini yapmaya çalıştığım şeye bütünüyle sahip olduğumu düşünmüyorum. Kendilik bir ideal, varılamayacak ancak yaklaşılabilecek bir ideal. Bu yüzden bir hedef olarak önümüzde durmalı. Kendiliğe varmak, en güzel istikamet çünkü.

 

Kıymetli cevaplarınız için teşekkür ederim.

 

Derinlikli sorularınız için teşekkür ediyorum ben de.