Konuşan: Eray Sarıçam
İlk şiirini yazdığın günden bugüne hem Türkiye’de hem de dünyada çok şey değişti. Siyasi hayatımızdan teknolojik gelişmelere kadar… Peki şiire ilk başladığın günlerde şairlerden beklenen neydi? Yani 10-15 yıl önce Türkiye’yi, dünyayı ve şiiri nasıl algılıyordun?
Dünyada çok şey değişti ama dünya değişti mi gerçekten? Dışa, biçimlere bakınca öyle gibi ama özde değişen bir şey yok. Zalimler, mazlumlar, iyiler ve seyircilerle dolu bir yer... Bir sınav yeri. Bugün zalimin elinde kılıç yok, teknolojik silahlar var.
Hem okur hem şair olarak şiire muhatap olmak, kendimi bilmemi sağlıyor. Şiiri hâlâ tanıyorum, bu tanımanın ve kendini bilmenin bir sonu yok. Ölüm müstesna.
Çocukken yazları Tokat’taki köyümüzde geçirirdik, bir gün oradaki çocuklarla göle gitmiştik, herkes balık gibi yüzüyordu. Ben de yüzmek istedim ama yüzme bilmiyordum, yüzme bilmediğimi de bilmiyordum. Suya ilk adımımı attığımda dizlerime geldi, ikincide göğsüme, üçüncü adımımda tamamen suya gömülmüştüm. Sonra dönüp çıkmaya çalıştım, orada yosun tutmuş taşlar vardı, onlara tutunmak istiyordum ama ellerim kayıyordu sürekli. Şiir benim o taşlara tutunma çabamdır işte. Bir ölüm kalım meselesi.
Başta tamamen içle ilgiliydi, kendime yolculuktu, kalbimin renklerini duyma arzusuydu. Hâlâ da böyle ama buna başka şeyler de eklendi. Artık içten dışa da bakıyor ve başkasının tutunacağı yahut düşmana atılan bir taş olmaya çalışıyorum. Güç yetirebilirsem şairlerin intikam alanından olmak isterim.
Şiirinin en önemli kaynakları arasında tabiat, anne ve çocuk geliyor. Bizim şiirimizde bunlar bazen “amaç” bazen de “araç” olarak kullanılıyor. Peki senin bu tür imge ve sembolleri kullanmaktan muradın nedir?
Bunlar tüm şairler için ortak konular kanaatimce. Bir pazardan imgeler ya da semboller seçmiyorum. Yaşantılar ve şahitlikler sonucu kendiliğinden ortaya çıkıyor bunlar, çoğu zaman da bir hasretten neşet ediyorlar. Ben bir yere koşuyorum ama nereye koştuğumu, yolun sonunda ne olduğunu çok da bilmiyorum, beni koşturan bir hasret, bir arayış, bir kavuşma umudu. O hasreti körüklemek için de koşuyorum çünkü insan hasretini duyabildiği şeyi asla yitirmiyor. Şiir bir hasreti dindirmeli, okur için de, şair için de.
Şiir hayatla ne kadar sıkı bağlara sahip olsa da son tahlilde şairin zihin dünyasının bir ürünü. Hatta bazen düşsel bir dünya… Peki, yaşamın katı gerçekliğine karşı, şiir yaşadığımız zorlu hayatla başa çıkabilmek için yol gösterici olabilir mi?
Hayatla başa çıkabilme bahsinde, bütün o koşturmacanın, mücadelenin içinde şiir her zaman insan için sakin bir liman, güvenli bir sığınaktır ama yaşadığımız zamanda her şey sulandırılmış bir halde, şiir de öyle. Bu yüzden öncelikle gerçek şiirle muhatap olmamız gerekli. Eğer şiirle temas kurabilirsek şiir dünyayı algılayışımızı, düşünce seviyemizi geliştirir, bize yol da gösterir fakat bu yol dünyanın değersizliğini, asıl değerin ne olduğunu ortaya çıkartacağından dünyayla olan bağımızın zayıflamasına sebep olur. Bu yüzden şairler dünya için kullanışsız insanlardır.
Savaş Bitmeden Ölmeliyim’de siyaset ve aşk, toplum ve aile hep beraber gidiyor. Peki bunca çeşitlilik arasında, şiirinin “temel” bir kaynağı var mı? Seni bu zamana kadar şiirde dinç tutan bir kaynak…
Şaşkınlık, içimde asla dolduramadığım o boşluk, öteye duyduğum hasret, Allah’a yaklaşma arzusu, arayış... Bu minvalde şeyler.
Siyasetse hem şiirde hem hayatta uzak durduğum bir alan. Siyaset insanları ele geçiriyor, oyalıyor, hamlaştırıyor öyle ki insanlar artık aka ak; karaya kara diyemiyor, üstelik bunun farkında bile olmuyorlar. Sohrab Sepehri diyor ya “Siyaset götüren bir tren gördüm, / ne de boş gidiyordu.”
Ve en çok “Ölüm”. Ama öylece ölüm demek istemem, Rahmet-i Rahmana kavuşmak diyeyim. Bir zamanlar “En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim” diye düşünürdüm. Artık daha çok şu mısra dönüyor içimde “Kimseler kurtaramazdı beni ölümden başka."
Birçok akranının aksine açık ve konuşan bir şiirin var. Savaş Bitmeden Ölmeliyim lirik ve hatta nostaljik bir kitap olmasına rağmen neredeyse hiç mırıldanmıyorsun. İster çocuk olsun ister anne ister tabiat doğrudan söylüyorsun derdini. Bunun için bir özdenetim yapıyor musun? “Doğrudan konuşmak” gibi bir poetik gündemin var mı?
Doğrudanlık çoğu zaman sanatla bağdaşmayan bir tutum, sanat eseri ne kadar derin olursa o kadar kıymetlidir. Doğrudan konuşmak gibi bir amacım yok, bilakis bundan özellikle kaçınmaya çalışıyorum. Niyetim Yûnus'un izinden gitmek, sehli mümteniyi yakalamak.
Savaş Bitmeden Ölmeliyim’de Sezai Karakoç, Behçet Necatigil ve Kâmil Eşfak Berki gibi isimlerden etkilendiğini görüyoruz. Bunlar benim gördüklerim tabii. Peki bir de senden dinlesek şiir akrabalıklarını…
Etkiler dışarıdan daha iyi gözlemleniyor, müsaade ederseniz ben size sevdiğim şairleri sayayım. O da uzun bir hikâyedir lakin ilk aklıma gelenler: Ziya Osman Saba, Ülkü Tamer, Sohrab Sepehri, Muzaffer Serkan Aydın...
*Kaynak: Sabitfikir 170, Nisan 2025