logo

Melek Arslanbenzer: Şiirimde mendireği İslâm olan bir tavır sergilediğimi düşünüyorum

Melek Arslanbenzer: Şiirimde mendireği İslâm olan bir tavır sergilediğimi düşünüyorum

SORULAR: ŞEYMA SUBAŞI



Melek Arslanbenzer, Ketebe yayınlarından çıkan Hajar Towers adlı şiir kitabıyla okuru selamlıyor. Kitapta hayret duygusunu kaybetmemiş karakterlerle ya da anlatıcılarla karşı karşıyayız. Kitaba adını veren “Hajar Towers”da “Çocuksu bir istek olduğunun farkındayım / Her istek biraz çocuksu değil mi zaten,” diyor Arslanbenzer. Bizlerse okur olarak şiirindeki anlatıcıların çocuksu bir bakışa sahip olduklarını düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Arslanbenzer’le eski şiirlerine dair bazı dikkatleri ve özellikle bu yeni kitabını merkeze alarak şiir üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Meleği Tanı” adlı şiirinizden hareketle birinci şiir kitabınız ve şimdi yayınlanan şiir kitabınızı göz önünde bulundurursak okurların sizi tanıdığı söylenebilir mi? Gerçekten acelesi yok mudur sevenin? Sevmek bir telaşı da ardında getiriyor gibi geliyor bana.

İnsanların birbirini tanıması, bir çeşit ruhdaşlık meselesi gibi geliyor bana. Dünyaya gönderilmiş bütün insanlar olarak, dünyada bulunmayı seçmiş bütün insanlar olarak elbette ki ortak taraflarımız var. Tanışık olduğumuz yerler var insan olmakla ilgili. Yaratılmış olmakla ilgili. Acizliğimiz mesela bunlardan bir tanesi. Özellikle kitaplarımda en çok hissettiğim şeylerden -anlaşılmıştır ya da anlaşılmamıştır bilemiyorum ama- en önemlisi zaten insanın ortak bir kaderi olduğu inancına sahip olmam. Ve hiçbirimiz bu kaderden münezzeh korunmuş değiliz, olamayız. Zaten yaratılış bunu gerektiriyor ama okuyucumun beni tanıyıp tanımaması da kitabımı almış ya da şiirlerimle karşılaşmış, buna yönelmiş, gönlü buna akmış herhangi birisi için diğer bütün insanlar arasında daha yüklü, daha anlamlı, daha yoğun bir tanışıklık olduğuna dair elbette bir inancım var. Bu tabii ki mükemmel bir tanışıklık olamaz. Çünkü insan bir yanıyla çok yalnız bir varlık. Ayrı bedenlere sahibiz. Ölürken de tek başımıza ölüyoruz. Böyle varoluşçu bir bakışım da var bu konuda. Mükemmel anlamda birbirimizi tanımak ne derece mümkün bilmiyorum. Herkes kendi tecrübesi üzerinden değerlendiriyor bir ötekini. Ama elbette anlatılanlarda, söylenenlerde, sanatta, edebiyatta, destanda tanıdık ögeler, sevinçler, mutluluklar, acılar var. Okuyucumun da bu anlamda beni tanıdığını söyleyebilirim. Çünkü bir şairin ya da yazarın kamuya mâl olan, kamuya açtığı iç dünyası aslında kendinden de haber veren bir şey. Dolayısıyla benim verdiğim haber kadar karşımdaki okuyucunun da bu habere kulak kesiliyor olmasının bir karşılığı var onda. Bu karşılık, tanıdıklık yaratan bir şey. Bu manada düşünecek olursak eğer, okuyucumun beni tanıdığını hissediyorum diyebilirim.

Sevmek, benim üzerine oldukça kafa yorduğum konulardan bir tanesi. Psikoterapistlik mesleğimin bir katkısı var bunda. Bu dolayımla da açıkçası buna kafa yoruyorum. Mesela bizim meslekte şöyle bir şey vardır: Sevmediğin bir danışanla çalışmamalısın. Üzerine epeyce düşündüğüm bir konu bu. Sevmek bir telaşı da ardında getiriyor, demişsin. Bu sevmek, arkasında kaybetme korkusu barındıran bir sevmekse ki çoğu zaman karıştırılır gerçekten sevmekle birine ihtiyaç duyduğun için onun olmasını istemek. Ben, bu iki kavramı birbirinden ayırıyorum açıkçası. O yüzden sevmenin telaşsız bir şey olduğuna dair bir görüşüm, kabulüm, içsel bir inancım var. Çünkü sevmenin, sevene yönelik bir sahip olma arzusu olsa da yani sevdiğimiz kişiye yakın olmak bizi iyi hissettirse de zihinsel bir tasarım olarak sevdiğini yaşamak, sevdiğine yakın hissetmek aslında mümkün. Dolayısıyla bu iki şeyi birbirinden ayırmak gerekiyor. Kaybetme kaygısıyla birine yönelmekle onu gerçekten sevmek, onun iyiliğini istemek. Seninle bir yakınlık içerisinde değilken de kalpten onun iyiliği için dua edebilmek, aslında benim için sevmek. Bugüne kadar üzerine düşündüğüm, hissettiğim, tefekkür ettiğim, ulaştığım sonuç bu. Dolayısıyla sevmek, ardında bir telaşı belki şu anlamda barındırıyor olabilir: Onun iyiliğini isteme telaşı. Ama orada da bir inanç giriyor devreye, yani benim kendime olan inancım, Allah’a olan inancım. Dolayısıyla sevdiğin kişinin yaşadığı zorlukları da onun iyi olmasını isteme telaşı da eğer Allah’a havale edebildiğin bir şeyse zaten onun başına gelen, gelebilecek olan şeyleri iyi ya da kötü diye ayırmaktan vazgeçiyorsun bir yerde. Biliyorsun ki aslında olup biten her şey onun da iyiliği için. Hepimizin iyiliği için. Böyle bir teslimiyetle beraber gelen bir şey sevgi. Bu dünyaya intikal etmiş insanların, canlıların, nesnelerin dünyasında sevgiden söz edebiliriz. Bir de bunların hepsinin üzerinde, hepsinin koruyucusu ve gözeticisi olan ve onun merhametine, sevgisine muhtaç olduğumuz, ona kendimizi teslim ettiğimiz daha büyük bir yapıdan söz edebiliriz. Sevginin belki üçlü kombinasyonu ya da bileşenleri diye açıklayabilirim bunu da. O yüzden bu pencereden baktığımda sevgi bana telaşlı bir şeymiş gibi gelmiyor. Telaşın olduğu yerde kaygı olur. Kaygı, bizi sevmekten alıkoyan bir şeydir zaten.

 

Bu şiir kitabınızda önceki kitaplarınızı düşündüğümde biçimsel olarak daha uzun ve tahkiyenin yer aldığı şiirlerle karşılaştım. Peki bu bilinçli bir tercih miydi?

Bu ikinci kitabımda daha anlatısal bir şey bulduğunu söylüyorsun yanlış anlamadıysam. Aslında ilk şiir kitabımda da mensubu olduğum o ana akım şiirin, destansı şiirin iddia ettiği şey budur. Yani lirikle epik ayrımını yaptığımız yer burası zaten. Ya da imgecilikle nesnel imgelem diye benim ayırdığım şeyi belki burada söz konusu edebiliriz. Dolayısıyla aslında bu anlatısallık, benim başlangıçtan itibaren şiirimde önemsediğim bir şey. Ama ikinci kitapta daha çok öne çıkması, daha dikkat çekici olması, şiirimin daha olgun bir hâle gelmiş olmasıyla ilgili. Daha fazla şiir kurmayı öğrenmiş ve içselleştirmiş olmam ve sesimin daha gür çıkmasıyla, kendimi daha iyi hissettiğim bir noktada olmamla ilgili olabilir. Hem edebiyat anlamında hem entelektüel anlamda kendimi daha fazla geliştirdiğimi hissettiğim hem yaş olgunluğu bakımından da farklı bir noktaya evrildiğim, siyasi anlamda da görüşlerimin olgunlaştığı, nispeten yatıştığı, daha serinkanlı bakabildiğim olayları daha nesnel bir yerden değerlendirebildiğimi hissettiğim bir yerdeyim. Belki sana geçen şey bu olmuş olabilir, diye düşünüyorum. Dolayısıyla bilinçli bir tercih, ama bu ikinci kitabımda ortaya çıkmış bilinçli bir tercih olmaktan ziyade en başından beri şiire bakış açımın zaten bu olmasıyla ilgili bir tercih.

 

Hayret duygusunu kaybetmemiş karakterlerle ya da anlatıcılarla karşı karşıyayız şiirinizde. Sizce de bu böyle mi?

Duygusunu kaybetmemiş karakter ve anlatıcılarla karşı karşıyayız. Zaten aslında herkesin bildiği bir şeyi söylerken bile, daha önce başkası tarafından söylenmemiş bir şeyi yakalaman gerekir şiir söyleyebilmek için. Yani onun dışında söylediğimiz şey bir şeye dikkat çekmiyorsa, eğer bizi bir şeyden haberdar etmiyorsa, daha önce söylenmemiş bir şeyden haberdar etmiyorsa, farklı bir açı yaratmıyorsa baktığınız yerde ona şiir dememiz ne kadar mümkün? Şiirin kendisi bana çok hayret verici ve şaşırtıcı geliyor. Çünkü dili kullanıyoruz mesela şiir yazarken, ama düzyazısal bir dil değil tam olarak kullandığımız şey. Dolayısıyla orada, işin içinde bir “distraction” var. Bir yapıbozum var. Ama aynı zamanda yeniden de bir kurma söz konusu. Ama zaten şiir, bir itirazdır. Yani kurulmuş olan, hâlihazırda var olan, konformist, -özellikle epik şiir, neo-epik şiir bağlamında konuşacak olursak- hâlihazırda akıp giden, sorgulanmadan, ezberlerle yaşanan şeyin içerisinde… Biraz şunun gibi: “Kral çıplak,” diyen çocuk gibi. Senin işaret ettiğin şeyin, işaret edilmeye değer bir şey olmasıyla ilgili. O yüzden bir şiirin hayret verici olması, bana çok beklendik bir şey gibi geliyor. Benim şiirime has bir şey olmaktan ziyade, şiirin kendisinin bir unsuru gibi düşünüyorum. Benim şiirime özgü olan kısmı şu: Ben zaten hayret ettiğim yerden hayatı yaşamaya çalışan birisiyim. Ezber bozan bir yerden. Ve kendimi bildim bileli de hep görürüm tutarsızlıkları. Ben neden sürekli bunları görüyorum, bunun psikanalitik incelemesini yapmak mümkün. Bir tür sorgulayıcılık da diyebiliriz buna belki. Kendi iç huzursuzluğunun araştırılması da diyebiliriz. Dolayısıyla bununla ilgili söz söylerken hayret duygusu, bunun içinde bir yerlerde kendi doğallığında olan bir şey. Yolda yürürken her şey sizin için çok olağansa, çok tanıdıksa zaten o akışın içinde kaybolup gidersiniz, onun bir parçası olursunuz. Aslında şiir, bir yanıyla doğanın bir parçası olmaktır da. Ama doğanın bir parçası olmak zaten hayret verici. Yani burada biraz çapraşık bir şey varmış gibi görünüyor. Bir yandan modernizmin içinde akıp giden bir hayat var ve bu hayatın aslında bir parçası olmaktan bahsediyoruz. Bu, artık sorgulanmayan akışın kendisi hâline dönüşmüş bir şey olabilir. Ama bir yandan da hepimiz insan olarak içinde bulunduğumuz dönemlerde bir şeylerin ters, yanlış gittiğini hissederiz; kalben, ruhen, bedenen, zihnen hissederiz. Ve bu hissettiğimiz şey, bizi zaten bir şeyleri değiştirmeye zorlar. İnsanı değiştirmeye, dönüştürmeye, farklılaşmaya zorlar. Bir yanımız da bizi rahat alanda kalmaya çeker. Dolayısıyla bu ikisinin savaşı gibi geliyor bana dünya. Aslında şiir bir canlılık. İnsanın da canlı olduğunu gösteren şey değişimdir. Bu değişim illa devrim yaratmak, çok büyük hareketler yaratmak olmayabilir. Her an bir değişim ve oluş hâlindeyiz. Bu oluşta devam eden hayatın içerisinde o oluşu fark etmek esasında. Hayret dediğimiz, o kadar abartı bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Her an yeniden var oluyoruz. Dünya her an yeniden var oluyor. Bu yeterince hayret verici. Sadece bunun farkında ve idrakinde olabilmek. O kata çıkabilmek, yani her şey zaten böyleydi, hayat böyle. Olağan olan bu. Böyle gelmiş böyle gider, şeklindeki bir bakış açısı insanı ölüme yaklaştıran bir şey. Gerçek de değil üstelik. Dolayısıyla o hayretin, şiirin içinde var olması bana şiirin kendisiyle tutarlı bir şeymiş gibi geliyor, benim şiirime has bir şey olmanın ötesinde.

 

Bir şiirinizde İslâm’la küfrün kavgasında İslâm’dan yana olmaktan bahsediyorsunuz. Sahi bunu başarabiliyor muyuz şimdilerde tüm İslâm âlemi olarak?

İslâm âlemi adına konuşamam. Çünkü biraz boyumu aşar bu. Bu, bizi bir söylem üretmeye götürür. Ama çok da altı dolu olmayan bir söylem üretmeye. Biraz yakınma türü. Benim çok hoşlanmadığım bir şeydir. O yüzden onun kokusunu aldığım yerden uzak durmayı tercih ettim hep hayatımda. İslâm âlemi, İslâm’a artık yeterince sahip çıkmıyor ya da İslâm’dan yana tavır göstermiyor demek. Çünkü bulunduğumuz nokta hakikatin tümünü hiçbir zaman göstermez. Hakikatin bir parçasıdır sadece. Hakikatin tamamı parçadan çok daha farklı bir şey olabilir. O yüzden bununla ilgili fikir beyan etmek, bununla ilgili bu küçük açıdan bakarak sanki hakikat buymuş gibi bir görüş ortaya koymak istemiyorum. Ama ben her zaman ümitvar bir insan olmayı seçtim hayatımda. Pozitif düşünen, umudu elden bırakmayan. Müslümana da bunun yakıştığını düşünüyorum. Dolayısıyla da İslâm’la küfrün kavgasında İslâm âleminin de İslâm’dan yana olmaması için bir sebep görmüyorum, çünkü Müslüman olmak bunu gerektirir. Doğrusu, yanlışı tartışılır. Eksiği, kusuru tartışılır. Zaafları tartışılır. İnsan olmanın gereğinin sonucudur aslında bunlar da bir bakıma. Tabii ki zorlayıcı bir dönemden geçiyoruz, bu çok aşikâr bir şey. Ama hangi dönem zorlayıcı değildi ki zaten? Her dönemin kendine göre zorlukları vardı ve o dönemde yaşayan insanlar da o zorluklarla mücadele etme noktasında muhtemelen ehlileşmişlerdi. Bizim payımıza da bu dönem düştü. Dolayısıyla bu dönemde ne yapabildiğimize bakmak gerekir. Ben açıkçası kendi şiirimde şunu kurmaya çalışıyorum: Şuara Suresi var biliyorsunuz; şairlerden bahseder. Şairler lanetlenmiştir mesela Kur’an’da. Ama Hakk’ı savunan, doğruyu, İslâm’ı, teslimiyeti savunan şairler bunun dışında tutulmuştur. Bunun bir parçası olmak, zulme boyun eğmemek aslında. Mehmet Âkif’in sürdürdüğü, bize ulaştırdığı, bizim ondan feyz aldığımız, öğrendiğimiz yol bu. “Zulmü alkışlayamam,” dediği yerden başlayan bir şey açıkçası. Zaten epik şiir, neo-epik şiir dediğimiz şey de destanlar da buradan çıkıyor. Destanlarda da hep öyle olmaz mı? Bir kahraman vardır. İyinin ve doğrunun peşinden gider. Onun peşinden giderken uğradığı haksızlıklar, zulümler konu edilir. Sonunda bir kahramanlık hikâyesidir anlatılan. Bugünün kahramanlığı da bizim anladığımız ve gördüğümüz Dede Korkut Hikâyeleri’nde anlatılan, belki Batı klasiklerindeki destanlarda anlatılan anlatılar kadar açık seçik, çıplak bir şey değil; ama şu anın ruhuna uygun kahramanlıklar da var. Dolayısıyla bu hikâyeleri aslında anlatıyoruz ve yaşıyoruz. Aslında bir tavır sergiliyoruz. Ben de bir tavır sergilediğimi düşünüyorum şiirimde. Bunun mendireği de İslâm’dır benim için. Ahlâkî olarak doğruyu, yanlışı belirleyen senin için hangi inançsa onun üzerinden bakarsın dünyaya. Zaten bütün hakikatlerin üzerinde olduğuna inandığım bir hakikatten bahsediyoruz İslâm dediğimde de. Dolayısıyla bunun ötesinde bir şey görmüyorum.

 

Şiirlerinizden hareketle ideoloji temasına ulaşıyorum. İdeolojinin şiirinizde kendine yer bulduğunu düşünüyorum. İnsan hayatında ideolojinin yeri nedir ya da ne olmalı, ne kadar yer kaplamalıdır?

İdeolojiden bağımsız bir şey yok hayatta aslında. İdea, düşünce demek zaten. Düşünceler dünyasında yaşıyoruz. Dolayısıyla oturduğumuz koltuk da ideolojik. Oturduğumuz evler de. Yediğimiz yemek bile ideolojik. İdeolojisi hüküm süren dönem, aslında siyaseti belirliyor; biz fark etsek de etmesek de. Muhalefet olmayı bile belirleyen şey, o döneme ait olan ideoloji. Konuştuğumuz dil, kullandığımız kelimeler. Seçtiğimiz arkadaşlar bile bazen ideolojiden bağımsız değil. Ama burada şunu kastediyorsak ideoloji dediğimizde bazen çok yüzeysel bir şeyi kastediyor olabiliriz. İzm’lerin olduğu bir sistemi kastediyor olabiliriz. Bu, tartışmaya açık bir şekilde itiraz edilmesi gereken bir şeydir. Yani hiçbir zaman bir ideolojinin bayrak taşıyanı olamayız. Savunucusu olmak mümkün değil. Çünkü ideoloji dediğimiz şey -açıktır ki- her an değişen bir şey. Dönemlere ait ideolojiler var, dönemlere ait ruhlar var. Bu kadar değişken ve insan ürünü bir şeyin içerisinde ideoloji savunucusu olmak çok düşünülebilecek bir şey değil. Diyor ya Cemil Meriç, “İzmler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir” diye. İdrak gerçekten uçsuz bucaksız bir şey. İdeoloji ise basmakalıp bir şeydir. Bu hayatın hakikati gibi buna tutunuyor olmak, ne şairliğe ne düşünürlüğe ne idrak sahibi bir insan olmaya ne de Müslümanlığa yakışan bir şeydir. Bunların hiçbirinde bunun izini süremeyiz. İdeoloji tabii ki var, ama bu ideoloji bizim anladığımız anlamda, bu yüzeysel izm’leri içeren bir şey değil. Belki bir taraf olma hâli. İçinde bulunduğumuz yapıda zalimden değil, mazlumdan yana olmak. İdeolojiden kastettiğimiz buysa evet. Yok değilse insana yakışan bir şey değil bence.

 

Kitaba adını veren şiir “Hajar Towers”ta “Çocuksu bir istek olduğunun farkındayım / Her istek biraz çocuksu değil mi zaten,” diyorsunuz. Bense sizin şiirinizdeki anlatıcıların çocuksu bir bakışa sahip olduklarını düşünüyorum. Katılır mısınız buna?

Çocuk hesapsızdır. Meseleyi oradan alırsak olabilir. Çocuğun düşünme biçimi henüz kalıplaşmamıştır, donuklaşmamıştır. Olmadık bir yerde olmadık bir şeyi söyler çocuk. Benim şiirimde yoğun soyutlamalar var. Analojiler, benzerlikler, tespitler var. Bunların çocuksu olduğunu söylemek bana çok da mümkün gelmiyor. Bunlar, gelişmiş bir düşünce biçimi. Yetişkince gelişmiş kastettiğim şey. Çocuğun düşüncesi kadar somut ve basit olmayan şeyler. Dolayısıyla bu ikisini birbirinden ayırarak -senin vurguladığın şey eğer buysa- o donmamış, soran, merak eden, hayret eden, kalıplaşmış olanın dışında durmaya çalışan bir yerden bakma gayretini çocuksuluk olarak adlandırıyorsak böyle olduğunu söyleyebiliriz.