Bir
yaz hikâyesi kitabın ilk öyküsü. Bu öykü her gün geçtiğimiz sokağın bir gün
aynı olmadığını fark etme hissini uyandırıyor. Hem tanıdık hem de yabancı.
Öyküde beni en çok etkileyen karakter Berkay oldu. Evin her köşesini onun
resimleri kaplarken o kendi hayatında yetersiz kalıyor. Kendine, seçimlerine
dair bir fikri yok, olamıyor. Berkay’ın bu tavrı toplumsal bir eleştiri belki
de, ne dersiniz?
Berkay’ın mizacı bu. Sessizliği mizacından ileri geliyor.
Sessizlik bir güç bir erdem. Yine de
herkesin mizacının zıttına hareket etmesi gereken bir an olur hayatta. Konuşması gereken, koşması, bazen de susması,
durması gereken anlar. Buralar sınandığımız, geçebilirsek yükseldiğimiz ya da
geri düştüğümüz yerler. Ya sinerek ya iyileşerek toparlanarak çıkacak kişi
buradan. Kozadan çıkma vakti geldiğinde biraz da cesaret gerek hepimize.
Berkay’ın durumunda susmanın bir sebebi de bağımlılık. Herkesin gördüğünü bir o
görmüyor, çok ilginç. Biraz Kadir İnanır ruhu gerekiyordu ona. Vazgeçebilir
olmalıydı.
Düğünlerden, ilişkilerden çıkarılacak sosyolojik dersler
ve eleştiriler elbette çok. Yine de
hepsi bir açıdan komik, eğlenceli ve şirin. Nihayetinde insan halleri. Sevgiyle
ve şaşırarak bakıyorum… Hâsılı aşk kavramının anlamını bilmeyen dünya misafirleri
için hayat çok daha zor. Çok matah bir şey sanıyoruz. Ama bu aşırı sevgiden kimseye hayır gelmiyor.
Dünyada yaşayanlar için durum böyle. Mecnun bile olsa…
Yine de böyle net söylemlerime bakmayın siz. Hepimiz
düşüyoruz ve sınanıyoruz. Bazen geçiyoruz testleri bazen de tekrar tekrar
kaybediyoruz.
Kitabınızı Düşenler’e ithaf ediyorsunuz bir de aynı adı taşıyan öykünüz mevcut; Düşenler İçin. Bir Budala var öyküde, var mı gerçekten? Kuyunun dibinden gelen bir sesi andırıyor, düşmeden ulaşılmıyor ona, iç ses sanki. Hepimiz Budala ile yaşıyor olabilir miyiz?
Evet. Kuyunun taa dibinden. Bazen iç ses bazen de bizatihi kendimiz. O
sese dönüşebiliyor insan zamanla. O sesin kendisi olabiliyor. Yine de ben başkaları için bir şey söylemek
istemem. Ne demişti şair “Herkes içine baksın.” Bu vesileyle Saadettin Acar’a
selam olsun. Kitap dördüncü baskısını yapmış. Hayırlı olsun.
Değerli büyüğüm portre yazarı Fahri Tuna şöyle demişti bu öykü için. Müsaade ederseniz onun yorumunun bir kısmıyla cevap vermiş olayım: “İçli, içten, içsel bir öykü… O budala kim söyleyeyim: Biziz. Benim, sensin, o. Hepimiz budalayız esasında. Bu öyküsünde kendimizi suçüstü yakalatıyor…”
Nasıl
Derim,
beni en çok etkileyen öykülerden biri oldu. Masanın bir ucundan diğerine
birbiriyle konuşan iki insanın tam ortasına bir çaresizlik çöküyor. Konuyu
değiştirmek olanı değiştirmiyor. Bir başkasında karşılık bulmak, anlaşılmak da
anlaşılmamak kadar sarsıyor, gerçekten bazen nasıl deriz bilmiyoruz. Sanki
biraz da diyememek, söyleyememek tahrip ediyor insanı, sizce de öyle mi?
Kalpten kalbe giden yol var. Biz konuştukça bir şey
diyebileceğimizi sanıyoruz ama bazen sadece susarak veya bir omuza dokunarak
çok şey anlatabiliyoruz. Ona diyemiyoruz ama sustukça bereketleniyor içimizde
duygular. Zenginleşiyoruz.
Sonra bir hikâyeye dönüşüyor mesela bir müziğe ya da
resme. Başka bir şeye çok daha değerli olana evriliyor. O anda değilse de
toplamda… Zamanla… O hikâyenin yazarı
olarak buna şahidim de.
Her şey her şeyle ilişkili... Bizimle ilgili bir durum değil bu. Kalpleri
ısındıran var. Diyemiyoruz. Bu halimiz,
kendimize ket vurmamız O’nun gözüne sevimli geliyor olmalı. Ve buradan
güzellikler bereketler doğuyor. Yani bir tahrip, acı varsa da buna değer.
Her
şey çok güzel başlamıştı…
Belki de içteki kırıkların giderek görünür bir hâl alması, tek başına bir hikâye. Çoğumuz hayatın bir noktasında bu cümleyi
kuruyoruz, ne dersiniz?
Her şey çok güzel başlamıştı. Her şey çok güzel devam
edebilir de... Büyük oranda bize bağlı
bu. Yapıp ettiklerimizle. Tabiata baktığımız zaman bizden başka çer çöp
oluşturan bozup yıkan varlık yok. Masum
değiliz hâsılı. İşlerimiz de böyle ilişkilerimiz de. Tek taraflı değil hiç bir
şey. Tüketiyoruz harcıyoruz savuruyoruz. Ve özensiziz.
Daha da önemlisi, bize verilen nimetlerin hakikatte nerden
geldiğini unutuyoruz. Bir buket çiçek, bir dilim pasta, bir tatlı huzur
hakikatte nerden geliyor unutuyoruz. Lafta çok biliyoruz, ama hakikatte
unutuyoruz. Tavrımızdan belli. Tespihleri bir kenara savuruşumuzdan.
Başka? Söylenecek çok şey var elbette. Dallı budaklı bir
konu. Her taraf cam kırıkları. Şöyle deyip bitireyim.
Her şey çok güzel başlıyor. İlk çiçek aldığınız zaman da böyledir.
Balkonu süslersiniz. Bahar gibi olur. Bakmaya doyamazsınız. Eviniz ferahlar,
içiniz de... Ama bir zaman sonra başka koşturmalar başka yorgunluklar ya da
alışkanlığın getirdiği halle ya da moral bozukluklarıyla iyi bakmazsanız solup
gider. Normalinden daha bakımsız gözükür o balkon. Sevgiler emek ister. Ne güzel ezber. İşler,
yapıp ettiklerimiz. Kendimiz. Bedel ödedikçe severiz, kendimizi bile... Bedel
ödedikçe değer veririz karşımızdakine de. Tam zıttında bunu aşırılaştırdıkça
karşımızdakini tanrı kendimizi köle ilan ederiz. İkisi arasında bir yol
tutturmamız gerekiyor.
Bitiremedim. Sırlayalım... Her şey çok güzel başlamıştı.
Her şey çok güzel devam edebilir de.
Yara berelere rağmen olabilir bu. Bir ayet hatırıma geliyor. Diyor ki
Yaradan… Siz durumunuzu değiştirip
bozmasaydınız Allah durumunuzu neden değiştirsin… Biz hoşnut olunacak şekilde
davranış sergileyebilseydik doğru tepkiler verebilseydik... Neden kalplerimize
konulan o güzel sevgi o güzel haller çekip alınsın... Kara bulutlar neden üst üste
yığılsın. Balığın karnında ne işimiz var?
Elbette işin bolluk ve kıtlık boyutu da var. Sevgilerin ilgilerin
de bolluk kıtlık testi. Soruyorlar. Bu kıtlıkta nasıl davranacaksın? Bu sevgi
ve ilgi kıtlığında da sağlam durabilecek misin? “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin”
yasasına uygun davranabilecek misin? Gibi gibi.
Hâsılı oyunun sahibi ve kuralları belli. O kurallara uymadığımız sürece açık
söyleyelim çuvallamaya da üzülmeye de mahkûmuz. Gol yiyeceğiz. Hem de hiç
istemediğimiz yerden.
Hepimize bilinç açıklığı diliyorum. Her şey çok güzel
devam etsin hayatım(n)ızda. İyileşerek güzelleşerek…
Konuşan: Ervanur Erdoğan