logo

Aynur Dilber: Ruhunda hissedebildiğin şey kendi dünyasını kuruyor

Aynur Dilber: Ruhunda hissedebildiğin şey kendi dünyasını kuruyor

Yeni öykü kitabınız Geceleyin Bir Mümkün, geçtiğimiz aylarda yayımlandı öncelikle hayırlı olsun. Edebiyatla olan temasın öyküye dönüşmesi ve kitaplaşması sürecinden biraz bahseder misiniz?

-Teşekkür ederim. Başlangıca gidersek manalı sözlerin ruhumu derinden etkilemesi edebiyatla ilk temas sayılabilir. Güzel, manalı sözü fark etme, bundan hoşlanma ve yeniden üreteni olarak ona dâhil olma arzusu. Öykü türü çok bilinçli bir seçim değildi. Benim için önemli olan yazmaktı. Dünyaya söyleyecek sözüm vardı, öyküleşip kitap hâline geldiler.

Apaçık bizi karşılayan ilk öykü, Ölen ağabeyimin yerine doğmuşun diyerek güçlü bir giriş yapıyor Murat. Ölenin değil kalanın konuşulduğu, gerçeğe yakın bir çizgide, apaçık. Siz ne düşünüyorsunuz?

-İnsan aynaya bakar ve bu kim diye sorar. Belki oradaki görüntü de asıl sen kimsin diye bakış fırlatır. Ben kimdir? Bu soruların alt metinde irdelendiği bir hikâye. Her okurla kendi anlamını da doğuracaktır. İster taş parçası olsun ister zümrüt, bu hikâye benim, diyebilmeli. Murat’ın hikâyesi o.

Kitabın dikkat çeken öykülerinden biri de,  Bir Hanımefendi’nin Mağarası. Başkarakter bir kadın, mağarası ise onun başucu, bir hanımefendi’nin konuşamadıkları belki de. Bu öyküde son ana kadar ritmini koruyan bir kurgunun, mekânın içine dalıyoruz.  Cengiz Bey’den tutun da Fikret Bey’e kadar tüm karakterler kadın karşısında bir yüzleşme olabilir mi?

-Edebi metinlerde anlam tek ve herkes için aynı olan değildir. Anlam dünyası geniştir, muğlaktır; bu yüzden yorumlanmaya açıktır. İnsan olmak mesul olmaktır. Gözlerin varsa görmeye başlarsın, gördüklerinden mesul olursun, kanarsın, acırsın... Var olmanın bedeli vardır.  Bu hikâyede insanın Tanrı olup olmayacağı, olsaydı, en eşsiz yaratım olan insanı yaratabilseydi neler hissedebileceğine dair yorumların yanında yaratılanın yaratılmışlığıyla ilgili ve yaratıcısı ile kendisi arasındaki bağa dair yorumlar da var. Başkarakterimiz kadın ve kendine bir mağara kurup, döllenme yeri adeta, burada çamurdan heykeller var ediyor. Kimisinin gözü yok, kulağı yok vs. Bunun bir amacı var. Kendi yarattığı dünya yaşadığı dünyaya benzemesin istiyor. Peki niye? Bunu okur düşünsün. Leyla Hanım tam bir insan gibi, her şeyi tam. Ve bu tamlık ona diğerlerini uyandırma, hükmetme gücü veriyor. Burada cinsiyet göz ardı edilemez tabii. Sosyolojik, ontolojik, edebî okumalarını okura bırakmak daha doğru geliyor bana.

Zaman zaman şiir de yazıyorsunuz, bu edebi çeşitliliğin birbirlerine yansımaları nasıl oluyor? Hem yazar hem de okur olarak sizi nasıl etkiliyor?

-Şiir, roman, tiyatro, öykü gibi türler biçimsel olarak birbirlerinden ayrılırlar. Sözün, mananın, düşüncenin, duygunun insanda anlamına kavuşup kendini sunması veçhesiyle de birleşirler. Velhasıl hepsi de insanı anlatmada bir imkân, zaman ve zemine göre. Her devir kendi türünü bir şekilde doğuruyor. Muhakkak ki şiir ve öykü birbirlerini besliyorlardır. Fakat bu cümle, şiiri, öyküden bir ağaç ile taşı kıyaslar gibi de ayırıyor. İkisinin döllendiği kaynak farklı değil ki. Yaratıcı zihin ve duygu dünyasının yansımaları.

Kitapta karşımıza bir ölüm izleği çıkıyor, bu bazen vurucu bir biçimde bazen sakin bir tonda ilerliyor. Kurmaca metinlerde ölümün işlevinden biraz bahseder misiniz?

-Kurmaca metin gerçekliği yeniden kurmaktır, yeniden bir gerçek yaratmaktır. İnsanın kelimelerin ötesindeki dünyayı kurgulayabilmesini çok isterdim ama dil ile sınırlandırılmışız. Bu hududu hayalin bile hayal edemeyeceği âleme genişletmek bu bedende ve burada mümkün değil. Ölüm dilin evinde insanı düşündürten, çarpan en büyük hakikat. Belki gözlerimi belertip ona bakmaya çalıştığım için kitapta bu izlek öne çıkıyor. Çünkü varım ama yok olacağım. Ne büyük dehşet.  Öte yandan ölümün işlevi, rüzgârın işlevinden daha başka bir hakikat değil kurmacada. Kurulan dünyanın hakikatleri her biri. Önem dereceleri farklı.  Ölümün işlevi şudur diye net cevaplar veremem, cevabı ben de bilmiyor olabilirim. İnsanın yarattığı dünyayla baş edemeyişi belki. Karakteri öldürüp hikâyeyi sonlandırma.

Bir an geliyor gerçek bize çarpıyor, bir an geliyor öylece masalsı bir havanın içine dalıyoruz öykülerde, ama hiç kopmuyoruz. Yerine ölen, Annem ve Mikail, Tuz Adam bu tarz öykülerden bir kaçı. Kurgudaki bu atmosferi nasıl yakalıyorsunuz?

-Ruhunda hissedebildiğin şey kendi dünyasını kuruyor. Hissetmediğim şeyleri yazmıyorum. Hissettiğim şeyi de edebî becerilerimle, teknik bilgilerle kâğıda geçiriyorum. Biçimin atmosferi yaratmada çok büyük yeri var. Ben bunun ön koşulunun hissettiğin hikâyeyi yazmak olduğunu düşünüyorum. Tıpkı insan gibi. Kaşları, ağzı, ayakları belli yerlerde ve düzene sahip. Ama bedene can veren ruhtur