logo

Ahmet Edip Başaran: Yazının öz suyu hayattır

Ahmet Edip Başaran: Yazının öz suyu hayattır

SORULAR: BEKİR SALİH YAMAN

 

 

Kıymetli ağabeyim evvela ilk nesir eserinizi tebrik ederim. Uzun bir yolculuk oldu nesir sizin için, Sahipsiz Güzel bu manada da çok kıymetli bir noktada duruyor. Eserde bulunan yazılarda şiirsel bir alt metin seziliyor. Bu minvalde şiir-nesir ve şair-yazar ilişkisini nasıl ele alırsınız?

Güzel dileklerin için çok teşekkür ederim Bekir Salih. Doğrusu yazma eyleminin bizatihi kendisi uzun bir yolculuktur. Çünkü yazının öz suyu hayattır. Yazmakla yaşamak arasında öteden beri sahici bir bağ kurmuşumdur. Aslında bir gölgede dinlenme anı kadar kısa olan hayatın hikmetini, bize uzun gibi gelen yaşanmışlıklardan devşiriyoruz biz. Yazı bu hikmeti hatırlatan bir ibret vaizi gibi konuşmuyorsa içimizde, kalemi kırıp kenara çekilmek en iyisidir. Şiirsel bir alt metin tespitine katılıyorum çünkü üç kitaptan oluşan bir şiirler toplamı var ardımda. Nesir yazarken içimde her zaman şiirin gücünü, dirayetini hissetmişimdir. Elbette arasındaki sınırlara riayet ederek. Yoksa şiir şiire benzemeli, nesir nesire. Sınırları ihlal, mecazın ve fikrin gardını düşürür, kelimelerin kan şekerini düşürür. Şair ve yazar tanımlamalarına gelecek olursam her şair bir yazardır da aynı zamanda ama her yazar bir şair değildir. Bunu yazma eyleminin mahiyeti bağlamında söylüyorum. Şiirin varsa şairsindir. Ötesini tartışmak kelime israfıdır. Geleceğe kalmayla ilgili arzu ve beklentiler bana trajik bir masal gibi görünüyor. Masal trajik olur mu? Bir şair adayı daha yazarken geleceğin tefeciliğine soyunmuşsa evet, bir masal da trajik olabilir. Bunlara gerek yok. Peki, şiir ile nesir arasında nasıl bir ilişki var? Bana kalırsa ikisi de birbirini besleyen iki ana ırmaktır. Alttan akan damarlarda mutlaka sımsıkı bir bağ var. Zihinlerde ve gönüllerde iz bırakan iyi şairlerin, sıkı şairlerin aynı zamanda çok iyi birer nesir yazarı olmaları tesadüf değil. Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Attila İlhan, İsmet Özel, Cemal Süreya, Rilke, Nizar Kabbani, İbrahim Tenekeci, Ahmet Murat… Listeyi uzatabiliriz. Gençlik yıllarımızda İbrahim ağabeyin bize sürekli söylediği şey şuydu: “Mutlaka nesir yazın, çünkü nesir şiirinizi besler ve büyütür.” Şimdi ben de çevremdeki gençlere benzer tavsiyelerde bulunuyorum. Şiirin alt metninde bir “fikir” olmalı ve bu fikri besleyen de nesirdir.

Ülkemizde uzun yıllardır devam eden lakin son yıllarda iyice ileri çıkan bir tercüme eser faaliyeti var. Bilhassa gençler edebiyatımızın ve geleneğimizin mühim eserlerinden ziyade gençlik ve vampir kitabı olarak ifade edilen edebiyattan uzak eserleri, sınava yönelik kitapları bir bağımlıymışçasına tüketiyor. Bu bağlamda klasiklerimiz hangi noktada duruyor? Yazı yazma ve klasik okuma ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tercüme eserler her dönem olmuş. Günümüzde özellikle tüketim toplumu imajına uygun olarak o bahsettiğin seri imalat kitaplar habire görücüye çıkıyor, okunuyor ve o imaja uygun bir şekilde “tüketiliyor.” Aslî anlamına bakacak olursak normalde okuma eyleminin bizi yeniden üretmesi gerek. Ama okuduklarımız bizi tüketiyorsa orda bir sorun var demektir. Sen de biliyorsun Bekir Salih, ben yıllardır gençlerin içindeyim. Evet, o bahsettiğin kitapları okuyan geniş bir kesim de var. Kendi öğrencilerimden biliyorum. Hatta bazen sınıfta garip sesler çıkaranlar olunca “Mutasyon zamanın geldiyse biz dışarı çıkalım.” tarzı latifeler de ederim. Hep birlikte gülüp geçeriz. Ama öte yandan çok sağlam, çok nitelikli okumalar yapan gençler de var. Uzun bir zamandır da gençlerle birlikte okuma halkaları, kitap tahlil programları yapıyoruz. “Gençlerin soruları, ihtiyarların cevapları” derim ben her zaman. Bunları yakın plana almak lazım. Bakıyorum şöyle etrafıma da gençleri sorulardan kaçırıp izole etmeye çalışan aşırı savunmacı bir tavır sığlığı var. Sorulardan korkulur mu yahu? Soru sormak aklın dindarlığıdır, derler. Bir de sürekli gençler üzerinden ahkâm kesen, bol keseden yargı dağıtan, asıp kesen, etiketleyen tipler var. Bunların ortak noktası hayatlarında bir kez olsun, gençlerle bir masada buğusu tüten bir çay bardağının etrafında buluşup sohbet etmemiş olmalarıdır. Z kuşağı diye bir sakız bulmuşlar habire çiğneyip duruyorlar. Mısır hiyerogliflerinde bile var bu Z kuşağı, inanmayan papirüslere baksın. Okuma alanlarına dönecek olursam klasiklerimiz elbette tam da olması gereken yerde, yani merkezî bir noktada duruyor. Çünkü bu eserler de o merkezden uzak düşmeme kaygısıyla yazılmış metinler. Merkez, etimolojik olarak direk dikme, mızrak saplama anlamına gelen Arapça “rakz” kelimesinden gelmedir ve dairenin merkezi, ortak nokta gibi anlamlara gelir. Sahipsiz Güzel’de çözümlemesini yapmaya çalıştığım kitaplar, hakikat dairesinin tam merkezinde olan ve bize sadece insan olmayı değil, nasıl insan kalabileceğimizi de öğreten kitaplar. Anakronik bir durum yok burada, bugünün meselelerine güncelliğini kaybetmeyen ve dolayısıyla geçip gitmemiş olan geçmişin şaheserleriyle sorular ve cevaplar üretmek zorundayız. Bu sorular ve cevaplar da doğal olarak yazma eyleminin meydan savaşında kendini daha iyi gösterir. Yazı, bu anlamda dünle bugün arasında köprü…

İnsanın yolculuğunu eserde kâl ve hâl ilmi arasında değerlendiriyorsunuz. Son yıllarda sadece maddeye dayalı, insan ruhunu anlamaktan uzak dinî temayüller hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce eylem mi, düşünce mi daha önemli?

Kâl ve hâl ilminin karşılığı sırasıyla ilim ve irfandır. Biz acıklı modernleşme hikâyemiz başladı başlayalı sürekli bir tercihler ikileminde bırakılmış bir milletiz. Ya o ya bu demişler bize ve bizler de habire bir şeyleri bir şeylerle takas etmişiz. Ruh ve beden diyoruz ya, ruhu bedenden, bedeni ruhtan ayırabilir miyiz? İlahî tecelli bunları bize dünyada iç içe sunmuş, ayrı ayrı değil. Sözü şuraya getirmek muradım: İlimsiz irfan olmaz, tıpkı irfansız ilim olamayacağı gibi. Hadi sekülerlerin anlayacağı dille söyleyeyim: Fiziksiz bir metafiziği ne kadar anlayabilirsiniz? Salt maddeye dayalı bir hayat algısı insanı felakete sürükler. Maverayla göbek bağını kesmiş bir toplum ya çıldırır ya da intihar eder, diyor Cemil Meriç. Batı hayat tarzı diyoruz evet ama doğusu batısı kalmadı artık bu olgunun. Batı’yı günah keçisi ilan eden ve sabah akşam Batı’nın ahlâksızlıkları üzerinden bir “Doğu cilalaması” yapan medya vaizleriyle dolu ortalık. Başkasının günahı bizi aziz yapmıyor, üzgünüm ama bu böyle. Şimdi bu olgu üzerinden din dediğimiz kavramı bir “kişisel gelişim” abur cuburuna dönüştüren yaklaşımlar görüyoruz. Senin “insan ruhunu anlamaktan uzak dinî temayüller” dediğin husus biraz da bu yaklaşımla ilgili. Kur’an-ı Kerim bir kişisel gelişim kitabı değil. Tasavvuf etliye sütlüye karışmayan bir meditasyon tapınağı değil. Yunus’un “hümanist” bir şair olarak tanındığı toplumda Mevlânâ da olsa olsa bir turist terliği gibi muamele görür. Belden yukarısı çıplak yanardöner beyleri düşün burada Bekir Salih. Semazen demiyorum çünkü cidden mübarek bir kelime ve öyle ulu orta kullanmamak lazım. Din, işimize yarayanları alıp işimize yaramayanların üstünü çizdiğimiz bir Avon kataloğu da değil. Söz mü, eylem mi daha önemli diye soruyorsun ya, hem söz hem de eylem diyorum ben. Sözsüz bir eylem, eylemsiz bir söz… Yaşadığımız kalbî kuraklığın sebebi bana kalırsa bunlar. İnsan yaratıcısına bir söz vermiş, bu söz kulluktur. Kulluğu imtihan dünyasında yürüten yegâne şey ise eylemdir. Tıpkı yazı gibi eylem de durgun sularda kokuşur. İnandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız, diyor Hazreti Ömer. Yalın, sahih ve apaçık bir hakikat!

Eserin ismi bize uzak iklimleri çağrıştırdı? Siz geleneksel bir çizgi üzerinde edebî hayatınızı idame etmeye ihtimam gösteren bir isimsiniz. Cevdet Paşa, geçen aylarda aramızdan ayrılan Sezai Karakoç ve Zarifoğlu ile aynı yolu paylaşıyorsunuz. Bu müstesna çizgi, zarif yol sizlere ne öğretti? Edebî çizginizin üstatları yaşantınızın neresinde?

Zarif değerlendirmen için teşekkür ederim Bekir Salih. O yolu hak etmeye çalıştığımı söylemekle iktifa edeyim. Evet, sorunda bahsi geçen isimlerle kurduğum bir gönül köprüsü var. Benim gelenek kavramı ile kurduğum sahici bağlarda Üstat Sezai Karakoç’un çok büyük etkisi oldu. Aramızdan ayrıldı diyorsun ama Üstat her zaman aramızda ve o sızlayıp duran hayat yaramızda yaşamaya devam ediyor hiç şüphesiz. Cenab-ı Hak cümle geçmişlerimizi rahmetiyle ağırlasın. Üstat, geleneği ruh kelimesiyle anlatır ve kıymetli olan husus da geleneği yaşatan ruhu bugüne taşıyabilmektir. Zamanın ruhu, bu bağlam içinde kerteriz almamız gereken yer. Ama bunu “çağın gözüyle İslâm’a bakmak” gibi reformist bir yaklaşıma meze etmeden yapmalıyız. Kim ne derse desin şekilcilik bizim toplumsal kangrenimiz. Bir sohbetimizde Üstat, fes ve şalvarla Osmanlı güzellemesi yapanları eleştirmiş ve kabukla uğraşmaktan öze / ruha gelemiyoruz demişti. Fes güzellemesi, sadece şapka üzerinden Batıcılık tezini ileri sürenlerin tekerlerini yağlar. Öyle ya da böyle, zıtların muhteşem birlikteliği diyoruz buna. Geçen de İsmet Özel’i kravat taktığı için eleştiren bir yorum görmüştüm. Fatih Sultan Mehmet’i cep telefonu kullanmadığı için kınayanlar da vardır muhtemelen. Biz bir zaman kesitinde yaşıyoruz evet ama zaman da bizde gerçekten yaşıyor mu, arada bir sormalıyız kendisine. Yani zamana sorular sormalı, sohbet edebilmeliyiz. Zaman ile konuşmak, konuşabilmek muhteşem bir şeydir. Arayıp durduğumuz ruh hâlihazırda o sohbetlerde saklıdır. Biz ne yazık ki gelenekle, tarihle diyalektik bir ilişkiden ziyade romantik ilişkiler kurmayı seviyoruz. Hâlbuki tarih ve gelenek, bir ağlama duvarı değil. Ben o bahsettiğin müstesna çizgiden, zarif yoldan bunları öğrendim, öğrenmeye de devam ediyorum şüphesiz. Ve onlar benim hayatımın tam merkezindeler. Hocalık sınıftan çıkınca biter ama talebelik ölünceye dek sürer.

Tasavvuf yolunun olmazsa olmazlarından biri de seyrisülûk malumunuz. Sahipsiz Güzel’i bu bağlamda bir dervişin seyrisülûk defteri olarak da görebiliriz. Yazdığınız yazılardaki eserler sizi nasıl etkiledi?

İlk gençlik dönemlerinden beri arayış ve sorgu kelimelerinin bende müstesna bir yeri vardır. Aldığım nefesi hak etme düşüncesi beni her zaman tedirgin etmiştir. Bu bir insanı derviş yapar mı, elbette hayır.

Dünyanın olanca gürültüsüyle, albenisiyle paçalarımızdan çekiştirdiği bir çağda insanın kendi kendine yetebilmesi ne muazzam bir inceliktir. Heyhat öyle bir çağda yaşıyoruz ki kimse kimseye yetmiyor, dünya yetmiyor, zaman yetmiyor. Hayat baştan ayağa doyurmuyor bizi. Derviş dediğimizde zihnimizdeki çağrışımları şöyle bir yoklayalım. Gönüle değil, kılığa kıyafete odaklanan bir çağrışımın içinde buluruz kendimizi. Ne büyük bir aldanış! Derviş deyince benim aklıma Sezai Karakoç gelir. Kitapta Üstadın dört kitabıyla ilgili yazılar da var. Toplamda kırk dört metin var kitapta ve “dört kapı kırk makam” anlayışına bir atıf olsun istedim kendimce. Bu kitapların okunma süreçlerinde hissettiklerim, içsel hesaplaşmalarım, sorgulamalarım, kırgınlıklarım hepsi farklı farklı büründüğüm ruh hâllerine denk düştüler. Bu hâlin anlatılabileceğini hiç zannetmiyorum. Bir hâl ikliminden bahsediyoruz sonuçta. İnsan başkalarında gördüğü hâlleri çok güzel anlatır da söz kendisine geldiğinde kekelemeye başlar. Kitabın bir de şöyle bir anlamlı çevrimi oldu. Ahmet Yesevî ile yani Türkistan ile başlıyor yazılar ve yine son yazıda Türkistan’a dönüyoruz. Yani başladığımız yere. Bunu kitabın taslağını tamamladıktan sonra fark ettim ve memnuniyet duydum. Kök arayışı beni bir hayat yoklamasına sürükledi. Kitaplar o kök arayışının kılavuzu oldular bir nevi. Bazı isimlerle içimde derin derin sustuklarım oldu. Yarım yamalak konuşma çabalarım. Uzun yürüyüşlerim. Bir hayat yoklaması derken kastettiğim bu. Kitaptaki yazıların da okuyanları kendi hayatlarının yoklamasını yapmalarına vesile olmasını isterim.

Eserde pek çok yerde yitiğimizi, bir kalbimiz olduğunu anımsıyoruz. Siz eserler karşısında hissettikleriniz ile âdeta bizleri de bu müstesna dünyaya buyur ediyorsunuz. Ekseri okuyucumuz bir nebze klasiklere uzak kaldığı için sorma ihtiyacı hissediyorum: Klasik eserleri okumaya nereden başlamalı ya da bu müstesna kumaş nereden tutulmalı?

Klasik eserleri okumak için öncelikle iki yüzyıllık aşağılık komplekslerden kurtulmamız şart. Bir kökle, bir kimlikle mukayyet olduğumuzun şuurunda değilsek ne okursak okuyalım beyhudedir. Yani kendi ülkemizde kendi klasiklerimizi bir oryantalist kafayla da okuyabiliriz, Allah korusun! Örnekleri yok mu? Hem de nasıl! Bu hassasiyetin farkında olmak, ilk ödevimiz olmalı. Sonrasında gönül dünyamızda yeri olan isimleri “doğru anlamak” için sahih bir niyetle yola koyulmak şart. Bu isimleri kendilerinden yüzyıllar sonra ortaya çıkmış ne idiği belirsiz ideolojilere yamamak için okuyorsan da okuma bence. Kant, Hume, Descartes falan oku, en azından çorban bulamaç olmasın. Yunus Emre’yi, Mevlânâ’yı, Ahmet Yesevî’yi, Eşrefoğlu Rûmî’yi tanımak mı istiyoruz buyrun divanlar, mesneviler bizi bekliyor. Elimizin altında muhteşem bir kaynak var ama biz hazinelerini gömen ve Batı’nın putlarını takdis eden insanlar olarak düpedüz bir çoraklığın, çölleşmenin ortasında can çekişiyoruz. Kant’a, Descartes’a, Comte’a atıf yapınca hemen kulak kesiliyoruz ama İmam Gazalî, İbn Arabî, Hacı Bektaş Veli, Attar falan deyince birden kan şekerimiz düşüyor. İmam Gazalî’yi cami imamı zanneden adamlar var, bir zamanlar çalıştığım ilçedeki öğretmenevinde bizzat yaşadığım bir tecrübe bu. Şaka değil. Hani Batı, Batı diyoruz da onu da bir maymun taklitçiliğinden öteye taşıdığımız söylenemez. Makyaj modernleşmesi diyorum ben buna. Sen de bilirsin Bekir Salih; Melih Cevdet, Bulgaristan’da Balkan Edebiyatçılar Toplantısı’na katılır ve orda bir Bulgar yazar “Sizin klasikleriniz kimlerdir?” diye sorar. Bu soruya Melih Cevdet’in verdiği cevap şudur: “Bizim klasiklerimiz yok.” Şairliği bir kenara, Melih Cevdet gibi isimler bu ülkede bir tipolojiye denk düşer. Şimdi soruya tekrar dönecek olursam, klasiklerimizi okumaya nereden başlamalı? Yaşadığımız ülkeye, ruh köklerimize -Attila İlhan’dan ödünç alarak söyleyeyim- “bir ecnebi gibi” bakmayalım da nereden başlarsak başlayalım. Bence en hayatî nokta burası.

Tasavvufun hayattan kopuk, uygulanmaz bir kurallar manzumesi olduğunu söyleyenlere eseriniz “Hayır, o canlı damar burada ve hâlâ yaşıyor.” diyor âdeta. Sahipsiz Güzel’de yer alan eserler ve damar da bu hususa dikkat çekiyor. Kitabı oluşturan yazılara ilham olan eserler, birbirinden bağımsız olarak bir okuma listesi hâlinde okunabilir mi?

Güzel tespitlerin için çok teşekkür ederim Bekir Salih. Doğrusu bu yazıların yazılma gerekçesi de tam olarak buydu. Soyut, afakî bir şeyden bahsetmiyoruz sonuçta. Yaşayan, soluk alıp veren bir hakikatten bahsediyoruz. Sahipsiz Güzel’deki metinler Ahmet Murat, Osman Toprak ve Saadettin Acar ağabeylerle aramızda geçen bir sohbetten doğdu aslında. Tasavvufun modern zamanlarda soyut, hayattan ve toplumdan uzak, uygulanabilir nitelikleri olmayan afakî bir kavrama dönüştürüldüğünü konuşmuştuk. Oysa capcanlı, hayatın ve toplumun içinde ve âşıkların gönüllerinde dipdiri bir şekilde varlığını sürdüren bir olgu tasavvuf. Bunun şahidi de belli başlı bazı isimler ve kitaplar. Ahmet ağabey, “O ve Ben kitabıyla başlayalım,” dedi ve Bismillah deyip çıktık yola. Yazılar bir toplama ulaşınca bunların bir kitaba bürünmesi fikri doğdu bende. Güzel olan nokta da hem klasiklerimizin hem de birer klasik olmaya aday yakın dönem eserlerimizin bir araya gelmesi oldu. Yani bu çağda tasavvufî bir bakış mümkün mü, sorusuna işbu yakın dönem eserlerimizin hatırı sayılır bir cevap olduğu düşüncesindeyim. Asıl mesele nereden ve nasıl baktığımız. Tasavvufu zihnimizde doğru bir yerde konuşlandırmak zorundayız. Şeriatsız bir tasavvuf olmaz. Şeriattan, yani yolun esaslarından, ilahî yasalardan haberin yoksa tasavvuf olduğunu iddia ettiğin şey tasavvuf değil, mutlu yaşam koçlarının aerobik gösterileridir olsa olsa. Kök ve kaynak hatırlatmasını da bu sebeple yapıyoruz. Tasavvuf hayattan bir kaçış değil, evet bizatihi hayata bir müdahale, çıplak sinir uçlarıyla hayatın kalbine dokunmaktır. Giriş yazısında bu hususa özellikle eğilmemin sebebi de buydu. Mücahit dervişleri hatırlayalım, İstiklâl mücadelemizde Özbekler tekkesinin gördüğü işlevi hatırlayalım. Yaşadığımız zamanlarda varlıklarını muhtaç insanların maddî ve manevî ihtiyaçlarını gidermeye hasretmiş derviş gönüllü güzel insanları hatırlayalım. Hayat ne güzel bir kelimedir. Hakikate doğmadan işte o hayata doğamayız. Hakikate doğmak, kılavuzsuz, rehbersiz pek de mümkün değil. Senin de belirttiğin gibi yazılara ilham olan eserler elbette bir okuma listesi hâlinde okunabilir, okunmalı hatta. Bazı eserleri ise sürekli yanımızda, yöremizde bulundurmak, ben inanıyorum ki himmete ve güzelliğe vesile olacaktır.

Bizim dünya ile ilişkimiz Efendimiz’in (sav) dünyaya karşı takındığı tavır ile de alakalı. Malumunuz Resul-i Ekrem’ in (sav) sünnetlerini ümmet olarak bugün hayatımızın merkezinde tutmaya gayret ediyoruz. Güzel kavramını da ele alışımız bu yönde. Sizce rahmanî bir çıkışa varmayan güzel, güzel mi yahut güzel bize asıl sahibini hatırlattığı için mi güzel?

Bir hadisi şerifte Allah Rasulü (sas) şöyle buyurmuşlar: “Allah güzeldir, güzeli sever.” Hakikat ile bağını kurduğumuz her şeyin güzel olması, “güzel”de mündemiç olan rahmanî bağışlarla ilgili. Çünkü güzel de bir bağıştır ve o güzelin ilahî bir bağış olduğunu idrak edebilmen için senin de “güzel” olman şart. Yeryüzünde asıl güzel olan şey insanın kendisidir. Çünkü yeryüzünde Allah’ın halifesi olan, dağları bile titreten emaneti bir sorumluluk, bir ödev olarak üstüne alan en güzel varlık insandır. İşte o insan hazreti insandır. İnsan bu sebeple eşrefi mahlûkattır. Kendindeki o güzel insanı göremeyenler için esfeli safilin ve belhü’m adal çukurları var. Dilediğini seçmekte özgürsün. Sezai Karakoç, “İnkâr tutsaklık, inanç özgürlüktür.” der. Özgürlük bir şeyle mukayyet olmaktır. Bunu çok ters anlıyoruz ne yazık ki. İşte güzel kavramı bize doğrudan doğruya o güzelin hakiki sahibini hatırlatır. Sahipsiz Güzel derken de dünyevî kavramlar içinde muhatap kılındığımız bütün o güzelliklerin sahibinin insan olamayacağına bir atıf var. Çünkü insan nankördür, daha ağzındaki nefesin bile mülkiyetine sahip değilken her şeye sahipmiş gibi davranır. Oysa bütün bir yeryüzünün, kâinatın tek bir Sahib-i Hakikî’si var. Güzel, bu hakikati idrak etmenin yolunu, yordamını öğretir. Yunus’un “görklü nazar” deyişini hatırlayalım. Görklü nazar, yani muhteşem bakış. Sanat da bu cümledendir. Şehadet âlemindeyiz. Güzel, bu şehadet âlemindeki biricik gözümüzdür. Ve bizi dünyevî hikmetlere, bizi uhrevî olana, yüce olana, rahmanî olana yakınlaştırır. Güzel zaten bu sebeple güzeldir bizim için.